Ana Sayfa
İletişim
Islam Tarihi
Bayanlar icin Namaz
Türkçe mealiyle Kuran okuma
Online Kuranı Kerim dinle
Evliyalar.
Allahın Sevgili Kulları
Zikr
Peygamberimizin mübarek Nur'u
Hz. İbrahim’in Hanif Dînî'nde Birleşmeye Davet
NEFS NEDİR?
HADİSİ ŞERİF
=> Hadis-i Şerifler
=> Hadis-i Şerifler 7 - 9
=> Hadis-i Şerifler 10 - 12
İnsanın Yaratılışı
Mümin Olmak
Dualarimiz
GÖZLERİN GÖRMESİ İÇİN
Makaleler.
ALLAH İLE OLAN AHD’İ YERİNE GETİRMEK
ÖLÜ İKEN DİRİLMEK VE NUR SAHİBİ OLMAK
İslam 5 deyil 7 sart
TABİYET ŞARTMIDIR ?
TAKVA NEDİR ? NASIL TAKVA SAHİBİ OLUNUR ?
TASAVVUF NEDİR ?
THEMA: Reinkarnation
THEMA: DIE HINDERNISSE -Engeller
Thema: Der Tod und der Jüngste Tag
THEMA: Reinkarnation.
Kur'an'da ki İslam
Kur'an'ın Gerçekleri dinle
Kur’anı Kerim ve Kutsal Kitaplar
Allah Kainati Nicin Yaratmıstır?
Allah Kainatı Niçin Yaratmıştır? - 2
Allah Kainatı Niçin Yaratmıştır? - 3
OKU VE ALLAHI ZIKR ET
Buraya Yorum Yazin.
Sami Yusuf dinle

Hadis-i Şerifler

 

Hadis-i Şerifler 4 - 6


4

ALLAH, ÜMMETİMİN İÇERİSİNDE HER YÜZ SENEDE BİR, DİNİ YENİLEMEKLE BİR KİŞİYİ VAZİFELİ KILAR


Yüce Rabbimiz Tevbe Suresinin 33. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

TEVBE SURESININ 33 ;“Hüvelleziy ersele resûlehü bilhüdâ ve diynilhakkı liyuzhirehü aleyddiyni küllihî ve lev kerihelmüşrikûn.”
Müşrikler istemese de hak dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için resûlünü hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.

Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ise “Allah ümmetimin içerisinde, her yüz senede bir dini yenilemekle bir kişiyi vazifeli kılar” buyurmuştur.
Hem Kur’ân-ı Kerim âyet-i kerimesi, hem de Resûlullah’ın hadis-i şerifi birbirini destekler mahiyette bir gerçeği ifade ediyorlar.
O Yüce Allah’tır ki, Resûlü’nü hidayetle vazifeli kılıyor. Hidayet, 3 âyet-i kerimede, insan ruhunun Allah’a ulaşması olarak ifade edilmektedir. O halde, her yüz senede bir, dini yenilemekle vazifeli olan kişi, hidayetçidir ve Allah’ın Resûlü’dür. Aynı zamanda O, Allah’ın dinini diğer bütün dinlerin üzerine galip kılmak içindir. Zaten hangi din olursa olsun Allah’ın indinde dinden murad “Teslim” İslâm’dan gayrı bir din söz konusu değildir.

3/AL-? ?MRAN-85: Ve men yebtegı gayrel’islâmi, dînen felen yukbele minh ve hüve fiyl’âhirati minelhâsırîn
Kim İslâmdan baºka bir din ararsa, (bilsin ki o din) kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahiret’te HASİRİN’lerden (HÜSRAN’da olanlardan) olacaktır. İslâm ise TESLİM demektir.

Bütün Allah’ın kitaplarının hepsi insanların Allah’a teslimini anlatmaktadır. Hepsi birdir. 
Ahirette hüsranda olan kişinin cehennemlik olduğunu Allahû Tealâ ayetlerle açıkça ifade etmiştir. 
Allah’ın Resûlü, gelecek midir? Ne yazık ki insanlar tarafından yanlış yorumlanan Kur’ân ayetlerine dayanılarak, Resûlullah’tan sonra asla bir resûlün gelmeyeceği zannedilmektedir.
Halbuki Al-i İmran suresinin 81. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz, Resûlullah’tan sonra da resûlün geleceğini bizlere bildirmiştir.

3/ ÂL-İ İMRAN-81 : ve iz ehazallahü mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytüküm min kitâbin ve hikmetin sümme câ’eküm rasûlün musaddikun limâ me'aküm letü'minünne bihî ve letensurunneh. Kâle eakrartüm ve ehaztüm alâ zâliküm isrî. Kâlû ekrarnâ. Kâle feşhedû ve ena me'aküm mineşşahidîne.
Hani o zaman ki, Allah Nebîlerin (Peygamberlerin) MİSAK’ını (yeminini) almıştı: “ Andolsun ki size Kitab ve Hikmet verdim, sizlerden sonra sizinle beraber bulunanı (Allah’ın sizlere verdiği kitapları) tasdik eden Resûl gelince, ona mutlaka imân edecek ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu ikrar ettiniz mi, bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı…” “ikrar ettik…” dediler. “Öyle ise şahid olun, ben de sizinle beraber şahidlerdenim..” buyurdu.
O halde bu âyet-i kerime net olarak Resûlullah’tan sonra da Resûl’ün geleceğini ifade ediyor.

33/ AHZAB-7: ve iz ehaznâ minennebiyyiyne miysâkahüm ve minke ve min nûhın ve ibrâhiyme ve mûsâ ve iysebni meryeme ve ehaznâ minhüm miysâkan galiyzâ. 
O zaman ki biz Nebilerden onların misaklerini almıştık ve senden ve Hz. Nuh’tan ve Hz. İbrahimden ve Hz. Musa’dan ve Meryemoğlu Hz. İsa’dan ve onlardan ağır bir Misak aldık.

Misakın alındığı 5 tane nebîden bir tanesi de hatemü’l nebî, nebiler sultanı Peygamber Efendimiz’dir. O halde Resûlûllah hatemü’l nebîdir. Ama hatemü’l resûl değildir. Kendisinden sonra da resûl geleceğini Allahû Tealâ açıkca ifade buyuruyor. Bu resûl bir nebî midir? Bunu bir misalle ifade edebiliriz: Nasıl ki zahirî alemde yüksek lisansı biteren kişi doktora yapabilir, doçent olabilir, profesör olabilir. Eğer irşad kademesini de bu misalle açıklamak gerekirse, Allah’ın velî mürşidi doktor olabilir, ama Allah’ın resûlü doçent olandır, Allahû Tealâ’nın nebîsi ise profesördür. Hiyerarşik sistemde en alt seviyede doktorluk geliyor. Daha sonra doçentlik, daha sonra profesörlük. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de hiyerarşik sistemin hakim olduğunu Allahû Tealâ Meryem Suresinin 51. âyet-i kerimesinde dile getiriyor:

19- ? MERYEM-51; “Vezkür fiylkitâbi mûsâ, innehü kâne muhlesan ve kâne resûlen nebiyyâ.” Kitapta Musa’yı da zikret. Çünkü o ihlasa erdirilmiş (muhlis) bir resûl nebîdir.

Hz. Musa A.S’ın velî olduğu ifade ediliyor, resûl olduğu ifade ediliyor ve nebî olduğu ifade ediliyor. Sıra bu şekilde. Evvelâ veli, daha sonra resûl ve daha sonra nebî.
Kur’ân-ı Kerim’i incelediğiniz zaman nebî kelimesi, istisnasız sadece peygamberler için kullanılıyor. Başka bir varlık için nebî kelimesinin kullanıldığını görmeniz mümkün değil. Nerede nebî geçiyorsa biliniz ki o peygamberdir. Nebînin özelliği, Allahû Tealâ’nın gönderdiği şeriatle kaim olmasıdır. Şeriat sahibi, nebî olabilir veya kendisinden sonra o şeriati dirilten, ihya eden, aynen vücuda getiren nebî olabilir. Ama nebî, şeriatla vazifelidir. Onların olmadığı dönemde hidayetçi resûller vardır. Bunlar şeriat sahibi değildir. Bunlar kendilerinden evvel şeriat sahibi kıldığı nebînin veya o şeriati deruhte eden bir başka nebînin şeriatini hayata geçiren, ikame eden, insanlar arasında yaşatan kişidir.
Her yüz senede bir, gönderilen din yenileyici, âyet-i kerimelerde ifade edildiği üzere Allah’ın resûlüdür.

16/NAHL-36: ve lekad be’asnâ fiy külli ümmetin resûlen eni’büdullahe vectenibûttâguût, feminhüm men hedallahü ve minhüm men hakkat aleyhiddalâleh, fesiyrû fiyl’ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetülmükezzibiyn
Ve andolsun ki biz bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûller be’asettik, (hayata getirdik, vazifeli kıldık) taguttan kurtulsunlar ve Allah’a kul olsunlar diye. Onlardan bir kısmı hidayete erdi ve bir kısmının üzerine dalâlet hak oldu. (Resûllere tâbî olanlar hidayete erdi, tâbî olmayanların ise üzerine dalâlet hak oldu). Yeryüzünde gezin yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün.

6/ EN’AM-48 : ve mâ nürsilülmürseliyne illâ mübeşşiriyne ve münziriyn, femen âmene ve asleha felâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn
Biz resûlleri başka bir şey için değil ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. O zaman kim ona iman eder ve islâh olursa onun üzerine bir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.

Yani kim bu dizayn içerisinde O’na iman eder, salih amel işlerse o, Allah’ın velîsi olacaktır.
Allah’ın velîsi denildiği zaman şunu unutmamalıyız. Veli, “felâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn” ile tarif ediliyor. Kendisi için korku olmayan ve asla mahzun olmayan kişi. Bir insan için korkunun olmadığı nokta, nefsini Allah’a teslim ettiği noktadır. Nefs var olduğu süre içerisinde istisnasız onun bir korkusu vardır. Ama kim için korku yoktur? Ne zaman o nefsini tezkiye eder ve nefsini Allah’a teslim eder, işte nefsini tezkiye eden ve Allah’a teslim eden kişi için korku yoktur. Çünkü korku yani havf dediğimiz olay nefsten kaynaklanıyor. Nerede âyet-i kerimede havf gördüyseniz, bilin ki o, nefsten kaynaklanmaktadır. Ve lâ hüm yahzenûn yani o mahzun olmaz. Nefs olmadığı süre içerisinde üzüntü olabilir mi? Mahzun olmak söz konusu mudur? Değildir. İşte her halükârda, bu dizayn içerisinde mutlaka kişinin Allahû Tealâ’nın Resûlü’ne tâbî olması gerekir.
Saidî Nursî Hazretleri de, her yüz yılda gelen din yenileyici için şunları söylemiştir. Kendisi 13. asrın müceddidir. Kendisinden sonra gelecek olan 14üncü asrın müceddidi ile, İkisini mukayese ettiği zaman, Saidî Nursî Hazretleri, “O’nun görevi bizim çok fevkimizdedir” buyurmaktadır. Nitekim bugün kendisinden öğreniyoruz ki, insanlar Kur’ân-ı Kerim’in yerine zanları, el yazması kitapları ikame etmişler, öne geçirmişlerdir. Bugün el yazması kitaplarda O’nun bize söylediği Kur’ân-ı Kerim’e aykırı 19 tane zan var. Bunun gibi belki yüzlerce zan var ama şu anda belli başlı 19 tane zannı tespit etmiştir.
1- Birinci zan: Her resûl nebîdir, ama her nebî resûl değildir. Ve bu akaidin temel kaidesi olarak kitaplara geçmiştir ve “buna inanmayan kişi kâfir olur” diyorlar. Aslında buna inanan kişi kâfir olur. Kur’ân-ı Kerim ile mukayese edelim. Karşılaştıralım. Eğer bu söz Kur’ân-ı Kerim’e aykırı ise, o zaman bizim kabul etmemiz söz konusu değildir. 
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz hem resûldür, hem nebîdir. Hz. İbrahim (A.S) hem resûldür, hem nebîdir. Hz. Musa A.S. hem resûldür, hem nebîdir. Hz. Yusuf A.S. hem resûldür, hem nebîdir. Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de ayetlerle hem kendisine resûl hem de nebî dediği 18 tane peygamberi var. Ama eğer resûl kelimesini Kur’ân-ı Kerim’de araştırırsanız, tebliğle vazifeli olan resûller ve tebliğle vazifeli olmayan resûller diye ikiye ayrılır. (Bakınız; RESÛLLER)
Tebliğle vazifeli olmayan resûller de ikiye ayrılır. Tebliğle vazifeli olmayan insanlar tarafından vazifeli kılınan resûller, ki Yusuf Suresinin 50. âyet-i kerimesi ve Neml Suresinin 35. âyet-i kerimesi bunu açıklıyor. Tebliğle vazifeli olmayan, Allah tarafından vazifeli kılınan resûlleri ise En’am-61 ve Zuhruf-80 açıklıyor.
Tebliğle vazifeli olan resûller de ikiye ayrılır: Tebliğle vazifeli olan nebî resûller ve tebliğle vazifeli olan velî resûller.
İşte şeriat sahibi kişi, tebliğle vazifeli olan nebî resûldür. Veya şeriat sahibi kişinin şeriatini ikame edendir. Tebliğle vazifeli olan resûl, şeriatin sahibi değildir. Onun şeriata asla bir ilavesi yoktur. O, sadece onu yaşatır. İşte Tevbe Suresinin 33. âyet-i kerimesinde ifade edilen Allah’ın hidayetçi resûlüdür.
İşte 13. asrın müceddidi Saidî Nursî Hazretleri, 14. asrın müceddidi Mehdi A.S. Hazretleri’ni müjdeliyor.

9-? TEVBE-32; “Yüriydûne en yutfiû mûrallahi biefvâhihim, ve ye’ballahü illâ en yütimme nûrehü ve lev kerihelkâfirûn.” 
Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmeye çalışırlar. kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

Demek ki istisnasız Allahû Tealâ, o nuru tamamlayacaktır. Bu nur nasıl gerçekleşecek. Bu nur, Resûlullah’ın hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi, insanlar tarafından ifsad edilen sünneti ıslah etmek, insanlar tarafından ortadan kaldırılan sünneti ihya etmek suretiyle gelecek. Bu gün dünya üzerinde Allah’ın nurunun tamamlanacağı günler yakındır. Bunun en açık ifadesi bütün dinlerin birleşmesidir.
2- İkinci zan: Her resül kendisine kitap verilen peygamberdir. Her nebî kendisine kitap verilmeyen peygamberdir. Al-i İmran Suresinin 81. âyet-i kerimesine baktığımız zaman Allah’ın, nebîlere kitap verdiğini görüyoruz. 
3- Üçüncü zan: Kesinlikle dünya hayatında hiç kimse Allah’ın zatını göremez. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de bunu da yalanlıyor. Allahû Tealâ, Meryem Suresinin 87. âyet-i kerimesinde ve Zuhruf Suresinin 86. âyet-i kerimesinde bunu açıklıyor. Demek ki dünya hayatında Allahû Tealâ dilerse Hakka’l Yakîyne o kişiyi ulaştırabilir. Her salâha ulaşan kişi Rabb’ine arif olur ve kalp gözüyle Allah, zatını da ona gösterir. Yani bu açıdan da Kur’ân-ı Kerim’e ters düşülmüştür.
4- Dördüncü zan: Allah peygamberlerden başkasına ayet vermez. Allahû Tealâ, Araf Suresinin 175. âyet-i kerimesinde bunun aksini söylüyor.

7/ARAF-175: vetlü aleyhim nebe’elleziy âteynâhü âyâtinâ fenseleha minhâ fe’etbe’ahüşşeytânü fekâne minelgaâviyn.
Onlara o kimsenin haberini oku ki, kendisine ayetlerimizi vermiştik te o bunlardan sıyrılmıştı. Böylece şeytan onu arkasına takmıştıda azgınlardan olmuştu.

5- Beşinci zan: Peygamberden başkasına vahiy gelmez. Allahû Tealâ bunu yüzlerce âyet-i kerimede reddediyor.

5/ MAİDE -111: ve iz evhaytü ilelhavâriyyiyne en âminû biy ve biresûliy, kaâlû âmennâ veşhed biennenâ müslimûn 
Ve o zaman havarilere Allah vahyetmişti, Bana ve Resûlüme iman edin diye. Dediler ki, iman ettik ve şahid olun ki biz (Allah’a) teslim olanlarız.

Demek ki burada peygamberlerin dışında da vahiy alanlar var.

6- zan: “Kul ile Allah arasına kimse giremez.”
7- zan “Allah’ın zatına ulaştırmakla vazifeli mürşid yoktur.”
8- zan“Mürşide tâbî olmadan da insanlar cennete gidebilir.”
9- zan“Allah’ın zatına dünya hayatında ulaşmak söz konusu değil.”
10- zan“Irciiy emri, bir ölüm emridir.”
11- zan“Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür.”
12-zan “Kur’ân-ı Kerim kıraatı, tecvitiyle birlikte okunmadığı takdirde geçerli değil.”
13- zan“Namazlar erkânına uygun kılınmadığı takdirde geçerli değil.”
14-zan “Dinde zorlama kesinlikle vardır. Din seçiminde zorlama yoktur, dinde zorlama vardır.”
15-zan “Dünyada rahatlık yoktur.”
16-zan “Allah’ın zatına ulaşmak istikametinde fazl ve rahmetin insanın kalbine ulaşması konusunda bir nefs tezkiyesi söz konusu değildir”

17-zan “Kim lâ ilâhe illallah derse cennete girer.”
18- zan“Hidayet de Sırat-ı Müstakîm de doğru yoldur.”
19- zan…….?

Görüyorsunuz ki bütün bu zanları zaman içerisinde üretmişler ve hepsi Kur’ân-ı Kerim’e aykırı.
O halde Kur’ân-ı Kerim’e aykırı olan bu zanların Kur’ân-ı Kerim’e uygun tarzda tekrar düzeltilmesi lâzım. Tekrar yenilenmesi lâzım. Neye göre yenilenmesi? Kur’ân-ı Kerim’e göre yenilenmesi. 
İşte her yüzyılda dini yenilemekle görevli Allah’ın vazifeli kıldığı kişi bugün bunu gerçekleştiriyor.
Bu gün “ruhun dünya hayatında Allah’a ulaşması yoktur” diyorlar. Kur’ân-ı Kerim 95 tane âyet-i kerimede ispat ediyor ki, ruh dünya hayatını yaşarken mutlaka Rabb’ine kavuşmalıdır.
Bugün diyorlar ki “mürşid farz değildir.” Bazıları olursa fena değil diyor. Bazıları hiç yoktur diyor. Allahû Tealâ da Kur’ân-ı Kerim’de 10 tane âyet-i kerime gereğince, mürşidine tâbî olmayan dalalettedir diyor.
Bugün diyorlar ki, Kalû Belâ Günü’nde biz sadece “Allah’a inandık” dedik. “Bu iş burada bitti, başka bir şey yok.” Ama Rabb’imiz Kur’ân-ı Kerim’de hayır, diyor. O gün Allahû Tealâ ruhunuzdan misak, nefsinizden yemin, fizik bedeninizden ahd aldı. Her kim dünya hayatında misak, ahd ve yeminini yerine getirirse o kişi cennete gider.
İşte bugün el yazması kitaplara göre dinlerini yaşamakta olan insanların, Allah’ın, Kalû Belâ Günü’nde kendilerinden almış olduğu misaktan haberleri yok. Fizik bedenden almış olduğu ahdlerinden de haberleri yok. Nefslerinden almış olduğu yeminden de haberleri yok.
Ve “evliya mı?” diyorsunuz. “Evliya eskidendi, artık nesli tükendi” diyorlar.
Halbuki Allahû Tealâ da bütün kutsal kitaplarında ve son kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’in bütün mezunları velî mürşidtir diyor, istisnasız velîdir diyor.
Allahû Tealâ En’am Suresinde ne diyordu?

6/ EN’AM-48 : ve mâ nürsilülmürseliyne illâ mübeşşiriyne ve münziriyn, femen âmene ve asleha felâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn
Biz Resûl’leri başka bir şey için değil ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. O zaman kim ona iman eder ve islâh olursa onun üzerine bir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.

Yani ne zaman hidayetçi resûlümü gönderdiysem, kim ona iman eder, ıslâh hal eylerse “felâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn” Ne demektir bu? “Onlara korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklardır.” demek. Yani o kişi Allah’ın velîsi olur. Allahû Tealâ bizzat müjdeliyor.
O halde bir insan “velîler eskidendi, nesli tükendi” diyorsa, aslında bir şeyi de itiraf ediyor: Artık Allah’ın dini yaşanmıyor, rafa kaldırıldı. Çünkü Allah^ın insanlar için seçtiği din yaşansa, bu okul mezun verirdi. Bu okulun verdiği diploma nedir? Velîlik diplomasıdır. Eğer velîlik yoksa, o zaman bu okul mezun vermiyor demektir. Bir ağaç düşünün ki, hiç meyva vermiyor demektir. 
Öte yandan “İslâmiyet, diğer bütün dinler gibi teslimiyet dinidir” denmesine rağmen, bugün Allah’a 3 vücudumuzla teslim olmamız gerektiğini bilmiyoruz.
3/ âL-İ İMRAN- 20: Fe in hâccûke fe kul eslemtü vechiye lillâhi ve menittebe’an. Ve kul lillezine ütül kitâbe velümmiyyîne e’eslemtüm. Fe in eslemû fe kad ihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belag. Vallahü basirun bil’ıbâd.
Eğer, seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar vechi’mizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik…” O kitab verilenlere ve ümmîlere de ki: “Siz de (fizik vücudunuzu Allah’a ) teslim ettiniz mi?” Eğer teslim ettilerse; o zaman (onlar) andolsun ki hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen (görev) ancak tebliğdir. Allah kullarını Basir’dir (görendir).

O zaman dikkat edin resûlün görevlerine. Resûlün birinci görevi ne? Hidayeti gerçekleştirmek. Hidayet gerçekleşmeden teslimiyet olmaz. Ruhumuz Allah’ın zatına ulaşacak ve daha sonra ruhumuz Allah’a teslim olacak. Fizik bedenimiz Allah’a teslim olacak ve nefsimiz Allah’a teslim olacak.
İşte Al-i İmran Suresinin 20. âyet-i kerimesinde, “Ben vechimi Allah’a teslim ettim. Bana tâbî olanlar da” deniyor. Onlar da teslim olmuşlar mı? Evet.
Bugün elyazması kitaplardan dinini öğrenen kişiler, şu soruyu kendilerine sormalılar“biz Allah’a teslim olduk mu?” Ruhun Allah’a teslimi, fizik bedenin Allah’a teslimi ve nefsin Emr-i bil maruf, nehyi anül münkerle vazifeli olan Allah’ın her yüz senede bir vazifeli kıldığı bir kişi vardır. Bu vazifenin sahibi olmak için basiretle Allah’ın zatına çağırmak lâzım. Basiretle Allah’ın zatına çağırabilecek kişi kimdir? Nefsini Allah’a teslim eden insandır.
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ne buyuruyor? “Ben nasıl müjdeliyorsam, siz de öyle müjdeleyiniz. Müjdeleyiniz ki, Allah’ın zatına şahit olanlar cennette birbirleriyle komşu olacaklardır.”
Demek ki Resûlullah’tan sonra müjdelemek vardır. Bu müjdelemek görevi ise nebî olmayan resûle verilmiş.

2/ BAKARA-257 : Allâhü veliyyüllezine âmenû, yuhricuhüm minezzulümâti ilennûr. Vellezine keferû evliyâühümüttağutu, yuhricunehüm minennûri ilazzulümât. Ülâike eshâbünnârı, hüm fihâ hâlidun
Allah, îmân eden o kimselerin dostu (ve yardımcısı) dur. Onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmet'ten, nur'a çıkarır. O kâfir kimseler ki; onlar da Tagut'un (şeytan'ın) dostlarıdır. Onlar (onların nefslerinin kalpleri) nur'dan zulmet'e çıkarılırlar. İşte onlar, ateş halkıdır. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar

Ebced hesabıyla hesaplanan bu değerde 1417 hicrî tarihi elde ediliyor. Bunun miladî karşılığı, 1996. Mehdî Resûlün kendi kimliği ile ortaya çıkışını ifade ediyor.

9/TEVBE-32 “Yüriydûne en yutfiû mûrallahi biefvâhihim, ve ye’ballahü illâ en yütimme nûrehü ve levkerihelkâfirûn.”
Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlayacaktır.

Tevbe Suresinin 32. âyet-i kerimesinin ebced hesabıyla hesaplanmasıyla, 1424 hicrî tarihi elde ediliyor. Bunun miladî karşılığı 2004 yılı. O zaman demek ki Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’e ve diğer bütün Allah’ın kitaplarına dayalı olarak nurunu mutlaka tamamlayacaktır.
Bu gün farklı dinlerin sahibi birçok insan ayrılıkların içine düşmektedir. Oysaki Kur’an bu din sahiplerinin çoğunun aynı istikamet üzere olduğunu söylemektedir.

3/ âL-İ İMRAN-113; “Leysû sevâ, min ehlilkitâbi ümmetün kaâimetün yetlûne âyâtillâhi enâelleyli ve hüm yescüdûn.”
Ama (onların) hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden, gece saatlerinde kıyamda durup, Allah’ın âyetlerini tilavet eden ve secdeye kapanan bir ümmet vardır.

3/ âL-İ İMRAN- 114: Yü’minüne billahi velyevmilahıri ve ye’mürune bilma’rufi ve yenhevne anilmükeri ve yüsari’une filhayrat. Ve ülaike minessalihin.
(Onlar) Allah’a ve YEVM-İL AHIR’a iman ederler, ma’ruf (irfan) ile emreder ve kötülükten alıkoyarlar, (nefslerindeki kötü afetlerden insanların kurtulmasına yardım ederler,) hayırlara (iyiliklere) koşuşurlar, işte onlar SALİH’lerdendir.

Allah insanların kalbine bakıyor. Allah zahire bakmıyor.
O halde insanların kendi kendilerine ürettikleri Ayrılıklar, zanlar Allah’ın dininde yok oluyor. Hepsinin hedefi aynı oluyor. “Teslimiyet” İşte zaman içerisinde ortadan kaldırılan bu gerçekler, Allah’ın Resûlü ihya ediyor ve ifsad edilen sünneti Allah’ın Resûlü ıslah ediyor. Bu görevle vazifeli. İnsanlar içerisinde O’na buğzedenler, O’nu sevenlerden çoktur. Ve bugün birçok din adamı var ki Allah’ın tayin etmiş olduğu dini yenilemekle vazifeli kişiye karşı konuşuyor. Ama bu bütün zaman parçalarında böyle olmuştur.Bu din asla sahipsiz değildir. Dinin sahibi Allah’tır ve insandan istediği bir tek şey vardır: İnsanın saadeti, insanın huzuru. Her insanın ahiret saadetini ve dünya saadetini yaşamasını istiyor.Yüce Rabbimiz buyüzden bütün insanları teslime çağırmaktadır.
Şu anda yeryüzünde nefsine tâbî olup şikayet etmekte olan ne kadar kul varsa, Allah’ın kendilerine verdiklerini Allah gibi değerlendirebilselerdi bu dünya kendilerine cennet olurdu. İhlas nedir? Halis olmaktır. Allah da bütün insanlara ihlas hedefini önermiş:

98/BEYYİNE-5: ve mâ ümirû illâ liya’büdullahe muhlisıyne lehüddiyne hünefâe ve yükıymussalâte ve yü’tüzzekâte ve zâlike diynülkayyime.
Onlar emrolunmadılar. Sadece hanifler olarak Allah için dinde halis (nefslerini halis kılmış) kullar olmakla emrolundular. Ve namaz kılmakla ve zekât vermekle emrolundular. İşte kayyum olan din budur.

Demek ki, Allah’ın eğitiminden geçtiğimiz zaman öyle bir noktaya geliyoruz ki nefs ruhun halleriyle halleniyor insan üzerindeki negatif unsurların değerini sıfırlıyor. O negatif unsurların tesirini ortadan kaldırmaktır ihlas. Neyle gerçekleşir? Nefs tezkiyesi ve tasfiyesiyle. Allah’ın her yüz senede bir tayin ettiği kişiye tâbî olmakla, Allah’ın Resûlü ile. Bu kişi küllenen, insanlar tarafından unutturulan, ortadan kaldırılan, ifsad edilen Allah’ın dinini tekrar insanlar tarafından yaşanmasını gerçekleştirmek için gelir.
Bütün insanların bu dizayn içerisinde hem ahiret saadetine hem de dünya saadetine ulaşmasını Rabb’imizden diliyoruz.

5

BEN BİR KULUMU SEVERSEM ONUN GÖREN GÖZÜ, YÜRÜYEN AYAĞI, TUTAN ELİ, KONUŞAN AĞZI, İŞİTEN KULAĞI OLURUM


Peygamber Efendimiz hadisi şerifinde Allah; “Ben bir kulumu seversem onun gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli, konuşan ağzı, işiten kulağı olurum” buyuruyor.
Olayları yaşayan bizler, fizik bedenin kumandanı aklın hükümleri çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, yanlış yola gideceğimizi Allahû Teâlâ, bu âyet-i kerimeyle beyan ediyor ve buyuruyor ki:

2/ BAKARA-216: Kütibe aleykümülkıtâlü ve hüve kürhün leküm, ve asâ en tekrehû şey’en ve hüve hayrün leküm, ve asâ en tühıbbû şey’en ve hüve şerrün leküm. Vallahü ya’lemü ve entüm lâ ta’lemûn.
Ve savaş; o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Hoşlanmayacağınız birşey, olur ki, o sizin için bir hayırdır. Seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları ) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

İnsanın kendi aklıyla doğru bir hükme ulaşması mümkün değildir.Allahû Teâlâ ,« Siz bilmezsiniz, Rabbiniz bilir.» diyor. Allahû Teâlâ’nın bize verdiği akıl, hüküm verme yerine Allah’ın verdiklerini anlayabilmeyi, O’na tâbî olmayı emretmelidir. Yüce Rabbimiz bizlere, dünya hayatında Allah’ın dini İslâm’ı yaşamamız için uymamız gereken bütün emir ve nehiyleri ihtiva eden Kur’ân-ı Kerim’i miras bırakmış. Yüce Rabbimiz bizden, üç vücutla yaratılmış, serbest irade sahibi, aklın kumandasında çalışan insanın aklıyla, Allahû Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve nehiylerine tâbî olmamızı istiyor. 
Üçüncü basamakta akıl, dünya hayatını yaşarken Allah’ın Zat’ına ulaşmayı talep ettiği zaman. Allahû Teâlâ, 4. basamakta onun üzerine Rahim esmasıyla tecelli ediyor. Allah’ın Zat’ına ulaşmak, Allah’ın Zat’ının bizim için bir hedef olması, aklın bir keşfi değil, Kur’ân’ın akla tebliğ ettiği, Allah’ın bir temel emridir. İşte Kur’ân-ı Kerim’le Yüce Rabbimizin aklımıza gösterdiği hedefi, akıl da benimserse, Allah’a ulaşmayı talep ederse, Allahû Teâlâ Rahim esmasıyla üzerimize tecelli ediyor. Ve daha sonra 5. basamakta akıl sahibi kulunu, ruhen kendisine ulaştırmak üzere, onunla Allahû Teâlâ’nın Zat’ına kendisini ulaştıran mürşidin arasındaki perdeyi (Hicab-ı Mesture’yi) kaldırıyor. 6. basamakta onu Allah’a ulaştıran mürşidin sözlerini işitmeye mâni olan kulaklarındaki engeli (vakrayı) Allahû Teâlâ alıyor ve 7. basamakta kalbinin üzerindeki ekinneti de almak suretiyle Allahû Teâlâ, mürşidden o kişinin işittiği sözleri, onun idrak etmesini sağlıyor.
İşte Kur’ân-ı Kerim’in insana gösterdiği hedefi, fizik bedenin kumandanı akıl kabul ederse, benimserse, Allahû Teâlâ, bu kişide Allahû Teâlâ’nın sözlerini kendisine ulaştıran mürşidle arasındaki perdeyi kaldırarak, o kişinin Allahû Teâlâ’nın velî mürşidine muhabbet duymasını, sevmesini sağlıyor. Daha sonra kulaklarındaki vakrayı da kaldırmak suretiyle (Allahû Teâlâ’nın “Ben onun konuşan dili olurum” ifadesine uygun olarak) sürekli Allahû Teâlâ’nın vahyiyle konuşan, Allah’ın her devirde insanları hidayete ulaştırmakla vazifeli kıldığı Resûl’ünün sözlerini işitmeye başlıyor.Yine hadis-i şerifte beyan buyurulduğu biçimiyle “Ben onun konuşan dili, onun işiten kulağı olurum” Allahû Teâlâ, kalpteki ekinneti de kaldırmak suretiyle, kalp kulağına verdiği vahiyle, Allahû Teâlâ’nın sözlerini idrak ediyor. Bu kişiyi 7. basamakta âmenû kılıyor. Yüce Rabbimiz, bu kulu kendisine ulaştırmak üzere Tegabün-11’e göre kalbine ulaşıyor. Kaf-33’de Yüce Rabbimizin açıkladığı gibi şeytana dönük olan o kişinin nefsinin manevî kalbini, Allahû Teâlâ kendisine çeviriyor. Ve Enam-125’e göre Yüce Rabbimiz, o kişiyi kendisine ulaştırmayı dilemesi sebebiyle, göğsünden kalbine rahmet yolu açıyor. Zümer-22’ye göre Allahû Teâlâ, rahmet yolunu açtığı kişiye, açılan yoldan rahmetini, (kalbine) gönderiyor. Kalbin üzerinde henüz mühür var olması hasebiyle, sadece rahmet sızıntı şeklinde o kişinin kalbine ulaşıyor. Hadid-16’ya göre, 12. basamakta o kişinin kalbine ulaşan % 2 nur sebebiyle o kişi huşuya ulaşıyor. 
Bu vasıfların sahibi olan mürşidi, hacet namazıyla Allahû Teâlâ’dan talep etmesi halinde Allahû Teâlâ’nın, mutlaka onu göstereceğini beyan ediyor, vaad ediyor.

2/ BAKARA-45: Veste'ınu bissabri vessalât. Ve inneha lekebiratün illâ alel haşi'ın.
(Allah'tan) sabırla ve namazla yardım (istiane) isteyin. Fakat muhakkak ki bu, (hacet namazı ile kişiyi Allah’a ulaştıran mürşidi sormak ) huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.

14. basamakta, bu vasıfların sahibi olan kişinin tâbîyeti söz konusu. Tâbî olduğu zaman, Allah’tan aldığı yedi nimet ve bu yedi nimetle, yedi kademede kişi, Seyr-i Sulûkunu gerçekleştiriyor. Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Raziye, Marziye ve Tezkiye. 
Her tezkiye kademesinde nefsin % 7 nurla donanması, 21. basamakta o kişinin kalbine % 51 nur dolmasını ifade ediyor. Bu kişiyi Allahû Teâlâ nefs tezkiyesine ulaştırdığı bir kişi olarak açıklıyor bizlere. Kişinin ruhu Allah’ın Zat’ına ulaşıyor, fizik bedeni Allahû Teâlâ’ya kul oluyor ve nefsi yedi kademede tezkiye oluyor. Daha sonra nefsinin manevî kalbinde % 49 karanlığın da tasfiyesi söz konusu. Bunun da yegâne ilacı, Allahû Teâlâ’nın zikri. Daimî zikre ulaşmak. Kişi bu noktadan itibaren tasfiye kademelerinde zikrini arttırıyor. Tasfiye kademelerinde kalbimize ulaşan nurlar % 10’ar katlarla artıyor. Fena kademesinde % 10, Beka kademesinde % 10, Zühd kademesinde % 10 ve Fizik vücudumuzun teslimi kademesinde % 10 kalbimizdeki nurun arttığını görüyoruz. Fizik bedenimizi Allahû Teâlâ’ya teslim ettiğimiz zaman ki bu 25. kademede gerçekleşiyor, kalbimizdeki nurların oranı % 91, karanlığın % 9 oranında olduğunu ifade ediyor, Allahû Teâlâ.
26. basamakta, biz Daimî Zikre ulaşıyoruz. Daimî Zikir demek, fücur kapısına vurulmuş bir kilit demektir. Daimî Zikir demek, takva kapısının da daimî açık olması demektir. Bu kısa bir zaman dilimi içerisinde fücur kapısından kalbimize artık karanlıkların gelmemesi, takva kapısından da % 100’lük bir debiyle nurun kalbimize akması, 27. basamakta kalbimizin tamamen nurlanması gerçekleşiyor. 27. basamak, Allahû Teâlâ’nın bütün insanlara verdiği İhlâs kademesini açıklıyor. Beyyine Suresinin 5. âyet-i kerimesinde:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ ümirû illâ liya’büdullahe muhlisıyne lehüddiyne hünefâe ve yükıymussalâte ve yü’tüzzekâte ve zâlike diynülkayyime.
Onlar emrolunmadılar. Sadece hanifler olarak Allah için dinde halis (nefslerini halis kılmış) kullar olmakla emrolundular. Ve namaz kılmakla ve zekât vermekle emrolundular. İşte kayyum olan din budur.

Hanif olarak bu kişi, Allahû Teâlâ’ya 22. basamakta ruhunu teslim etmiştir. 25. basamakta, fizik bedenini Allah’a teslim etmiştir. Ve 27. basamakta nefsini de hanif olarak Allah’a teslim ettiği zaman, muhlis kul olmakla, Allah’ın en sevgili kulu olmayı Allahû Teâlâ, o kişiye nasip kılıyor.
Bu noktada İhlas’ın bütün şartlarını yerine getiren kişi, 
Al-i İmran Suresinin 17. âyet-i kerimesinde Allahû Teâlâ’nın beyan buyurduğu vasıfları kazanmış olması hasebiyle seher vaktinde, Tahrim-8’e göre Tövbe-i Nasuh’a çağrılıyor. Al-i İmran 17’de Allahû Teâlâ şöyle buyuruyor:

3/AL-? ?MRAN-17: Essâbirine, vessâdıkîne, velkânitîne velmünfikîne, velmüsteğfirîne bileshâr.

“Essâbiriyne” Sabırlıdır. Bir insanın sabırlı olması, nefsteki sabırsızlık afetinin yerine, ruhtaki sabır hasletini yerleştirmiş olmasını açıklıyor. “Vessâdıkîne” O üç emaneti Allah’a teslim etmiştir, sadıklardan olmuştur. “Velkânitîne” gönülden Allahû Teâlâ’ya bağlanmıştır, nefsi Allah’a teslim olmuştur, fücur kapısı kapanandır . “Velmünfikîne” ve fücur kapısı kapalı, takva kapısı sürekli açık olması hasebiyle, bu kişi bir rızık kapısı olmuştur. Allahû Teâlâ’nın kendisine verdiği manevi rızıkları, o da çevresine infâk etmek suretiyle, infâk eden bir kişi durumuna gelmiştir. “Velmüstağfiriyne bil’eshâr” Bu özelliklerin sahibi olan kişiyi Allahû Teâlâ, seher vaktinde Tövbe-i Nasuh’a çağırmıştır. Tahrim Suresinin 8. âyet-i kerimesine göre Tövbe-i Nasuh’la tövbe eden kişiyi Allahû Teâlâ, son 28. basamaktaki Salâh kademesine ulaştırmıştır.
İşte hadis-i şerifte beyan buyrulan özelliklerin hepsi, Salâh’a ulaşmış, Salâh’ın 6 kademesini aşarak 7. kademesine ulaşmış olan kişinin özellikleridir. “Ben bir kulumu seversem, onun gören gözü olurum, onun yürüyen ayağı olurum, onun konuşan dili olurum ve işiten kulağı olurum.” Bu özelliklerin hepsi Salâh’taki, Allah’ın tasarruf altına aldığı kisinin vasıflarıdır. 
Salâh’a ulaşan kişiyi Yunus Emre, şöyle tarif ediyor: “İçim dışım pür nur oldu.” Bir insanın içinin nurla dolması, İhlas’ta % 100 kalbinin nurlanmasını ifade ediyor. Ama dışının nurlanması ise, Tövbe-i Nasuhla tövbe eden kişinin, Salâh’a geçtiği zaman Allahû Teâlâ’nın kendisine bahşettiği Salâh nurunu ifade ediyor. Hem kalbi % 100 nurlanmıştır, hem de Salâh nurunun sahibi olmuştur. Yunus Emre bu sebeple “İçim dışım pür nur oldu.” diyor. Salâh makamının 5. makamına ulaşan kişinin Allah kendisine olan kölelik talebini kabul etmiştir. Ve o kişinin iradesi Allah’a bağlanmıştır. Her şeyi Allah’a sorar ve ondan aldığı cevapları uygular. Kendi iradesini artık kullanmamaktadır.

İşte bu noktada herşeyi Allah emretmekte ve yaptırmakta olduğu için o kişinin gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli, konuşan ağzı ve işiten kulağı Allah olur.


6


İNSANLAR ARASINDA HAYRIN ANAHTARI VE ŞERR’İN KİLİDİ OLAN KİŞİLER VARDIR.
ALLAH’IN; HAYRIN ANAHTARINI VE ŞERR’İN KİLİDİNİ KENDİSİNİN ELİNE VERDİĞİ KİŞİYE NE MUTLU


Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “İnsanlar arasında hayrın anahtarı ve şerrin kilidi olan kişiler vardır. Allah’ın, hayrın anahtarını ve şerrin kilidini kendisinin eline verdiği kişiye ne mutlu.”
Allah’ın Resûl’ü bu hadis-i şerifle bize şu mesajı ulaştırıyor. Hayrın anahtarı ve şerrin kilidi olan kâmil insan vardır; İhlâs’a ve daha sonra da Salâh’a ulaşmış, Salâh’ın son kademesine ulaşmış, Allah’ın tasarrufuna girmiş insanlar. Sadece bir kişi her devirde bu makama yükselebilir.
İslâm şerefiyle şereflenen bu kâmil insan, Allah’ın davetine uyarak evvelâ ruhunu, daha sonra Allah’ın ikinci emaneti olan fizik bedenini ve daha sonra nefsini de Allah’a teslim ederek, Allah’a üç bedeniyle teslim olmuştur.
Allahû Teâlâ her devirde bir kişiye hayrın anahtarını veriyor.O kişiye tâbî olunduğu zaman Allahû Teâlâ kalbimize îmânı yazıyor, takva kapısını açıyor. b Böylece Takva kapısı hayrın anahtarı ile açılmış oluyor. İşte Kur’ân-ı Kerim’deki İslâm’ı tanıdığımız zaman, Allahû Teâlâ’nın nübüvvetle vazifeli kıldığı kişilerin, bu özelliğin sahibi olduklarını görüyoruz. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
«Allah’ın nebîsi aciz değildir, güçsüz değildir. O, kapalı, örtülü gönülleri açar. O, görmeyen gözlere aydınlık verir. O, mutlaka işitmeyen kulakları işitir hale getirir.»
O halde bu özelliğin sahibi, nübüvvetle vazifeli olan Allah’ın nebîleridir. Ama biliyoruz ki, Allah’ın âyetleri mucibince, her zaman parçasında Allah’ın nebîleri olmamış, her mekânda da Allah’ın nebîleri bulunmamış, her kavmin içerisinden de Allahû Teâlâ nebî seçmemiştir. İşte nebîlerin olmadığı zaman dilimlerinde, nebîlerin olmadığı mekânlarda ve nebîlerin olmadığı kavimlerdeki insanların, Allah’a karşı bir mazaretlerinin mazeretlerinin bulunmaması için, Allahû Tealâ, onların mirasını devralan evliyadan kişileri seçiyor. 
Resulullah (S.A.V) Efendimiz :
“El ulamau verasetul enbiya”
Alimler, Resulullah’ın varisleridir, buyuruyor.
Ama hangi çeşit âlim? Allah’ın Resûl’ü hadis-i şerifinde şöyle beyan ediyor:
“Hukemau ulamau kedau en enbiyaye min fekhihim”
Hikmet sahibi alimler, fıkıh açısından nebîler seviyesindedirler.
İşte nebîlerin bulunmadığı zaman dilimlerinde de Allahû Teâlâ’nın insanları hidayete ulaştırmakla görevli kıldığı Allah’ın mürşidleri vardır. Bunlar, nebîlerin varisleridir. Allahû Teâlâ, insanları irşada ulaştırmak üzere onları vazifeli kılmıştır. Bu sebepledir ki Allah’ın bu mürşidleri aynı zamanda yaşadığı devirlerdeki huzur namazının imamlığını yapar. Hayrın anahtarı ve şerrin kilidi konumundadırlar.
İşte bu noktaya gelmek istiyorsak, her halükârda Allahû Teâlâ’nın tayin ettiği mürşide hacet namazı ile ulaşmamız gerekir. 
Hayrın anahtarı, şerrin kilidinin bizim elimize verilmesi ise, bir nevi O’na biat etmemiz anlamına geliyor. Çünkü Fetih Suresi’nin 10. âyet-i kerimesinde Allahû Teâlâ şöyle buyuruyor:

48/ FETİH-10: İnnelleziyne yübâyi’ûneke innemâ yübâyi’ûnallah, yedüllahi fevka eydiyhim, femen nekese feinnemâ yenküsü alâ nefsih, ve men evfâ bimâ âhede aleyhullahe feseyü’tiyhi ecren azıymâ.
Muhakkak ki onlar sana biat ettikleri zaman Allah’a biat etmiş oldular, onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardı. Kim (derecesini) nakısa) düşürürse, muhakkak ki o nefsi sebebiyle (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için) derecesini nakısa düşürmüştür. Kim de Allah’a olan ahdlerini (yeminini, misakını ve ahdini) yerine getirirse ona büyük mükafat (ecir) verilecektir (Cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).

Allahû Teâlâ, kişiye mürşidini gösterirse, o kişi de gidip Allah’ın kendisi için tayin ettiği mürşide biat ederse, Allahû Teâlâ, gerçekten kişinin eline hayrın anahtarı ve şerrin kilidini vermiştir. Biat edilen kişinin eli biat edenin elinin üzerindedir. İşte Allah’ın hayrın anahtarı, şerrin kilidini eline verdiği bu kişiye ne mutlu.

Allahû Tealâ bunu, hanımlar için de Mümtehine Suresi’nin 12. âyet-i kerimesinde ifade buyuruyor:

60/ MÜMTEHİNE-12 :Yâ eyyühennebiyyü izâ câekelmü’minâtü yübâyığneke alâ en lâ yüşrikne billâhi şey’en ve lâ yesrıkne ve lâ yezniyne ve lâ yaktülne evlâdehünne ve lâ ye’tiyne bibühtânin yefteriynehü beyne eydiyhinne ve ecrülihinne ve lâ ya’sıyneke fiy ma’rûfin febâyığhünne vestagfirlehünnallah innallahe gafûrün rahıym.
Ey Peygamber! Sana biat etmek üzere mü’min kadınlar geldiğinde, onlardan Allah’a hiçbir şeyle ortak (şirk) koşmamak, hırsızlık etmemek, zinada bulunmamak, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, ve kendilerine emrettiğim şeylerde sana âsi olmamak üzere söz verdikleri vakit , onların biatlerini kabul et. Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah mağfiret edici (günahları sevaba çevirici) ve rahmet sahibidir.

O halde görülüyor ki, bu âyet-i kerime gereğince o biatı mutlaka hanımlardan da alıyor. Biatın hanımlardan alınabilmesi için, biat eden hanımın elinin altta, biat edilen kişinin (mürşidin) elinin üstte olması gerekir. Bu şartlar altında biat olayı, gerçekleştiği takdirde, o kişinin eli de Allahû Teâlâ’nın emrettiği, hayrın anahtarı ve şerrin kilidi olan kişinin eline verilmiş oluyor.
El üstünde el, biatın vasıflarındandır. Bu elin öpülmesini ise, Hz. Osman’ın konumundan öğreniyoruz: 
Hac farizasını yerine getirmek üzere Resulullah, kendisine tâbî olan insanlarla birlikte Mekke’ye gittiğinde müşrikler, onları Mekke’ye sokmamak için ellerinden geleni yapıyorlar ve savaş konumuna geçiyorlar. Durum ciddileşince Resulullah, Hz. Osman’ı onlara elçi olarak gönderiyor. Hz. Osman “Biz sadece hac yapmak üzere geldik. Bizim başka bir kötü niyetimiz yok.” demesine rağmen müşrik ve kâfirler buna rıza göstermiyorlar. Ve Hz. Osman’ı rehin tutuyorlar. Durum daha ciddileşince Resulullah, kendisiyle birlikte olanlardan biat alıyor, sıra Hz. Osman’ın biatına geldiğinde, (o müşrik ve kâfirler tarafından rehin tutulduğu için) Peygamber Efendimiz (S.A.V) Hz. Osman’ın yerine sağ elini, sol elinin üstüne koyarak, üç kere alnına götürüyor, kendi elini öpüyor ve “Bu da Hz. Osman’ın biatı” diyor.
Böylece biatın, el üzerinde el olması şartıyla, el öpülmesi ile gerçekleştiğini, yukarıdaki iki âyet-i kerime grubundan kesinlikle anlıyoruz.
O halde insanların içerisinde hayrın anahtarı ve şerrin kilidinin bizlere de verilebilmesi için, perşembeyi cumaya bağlayan gece, hacet namazı kılarak “Ya Rabbi! Benim için vazifeli kıldığın, hayrın anahtarı ve şerrin kilidi kim ise İnşallahû Tealâ onu göster.” dememiz lazım.
Bakara Suresi’nin 45. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
2/ BAKARA-45: Veste'ınu bissabri vessalât. Ve inneha lekebiratün illâ alel haşi'ın.
(Allah'tan) sabırla ve namazla yardım (istiane) isteyin. Fakat muhakkak ki bu, (hacet namazı ile kişiyi Allah’a ulaştıran Mürşidi sormak ) huşu sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.

Görülüyor ki Allahû Tealâ, hayrın anahtarı, şerrin kilidini, hacet namazı ile sorulduğunda ancak huşu sahiplerine gösterecektir. Bütün insanlar, başlangıç konumunda Nefs-i Emmare’nin standartları içerisinde dünyaya gelirler. Bir insanın Nefs-i Emmare’de olması, nefsinin tamamen karanlıklardan müteşekkil olması, yâni nefsinin manevî kalbinde 19 tane hastalığın bulunması (afetlerle donatılması) anlamına gelir: Cehalet, cimrilik, dedikodu, fitne ve fesat, haset, hırs, isyan, iptilalar, kin ve adavet, kibir, küfür, mürayilik, nankörlük, öfke ve gayz, vefasızlık, sabırsızlık, yalan, zan ve zulüm.
Nefs şeytanın bizdeki temsilcisi. Ve her olayda kişinin, fizik bedeninin kumandanı olan akıl, nefs tarafından iknâ edildiği için kişi şerr işliyor. Adeta şeytanın kulu durumunda. 
Allahû Teâlâ Kalubelâ gününde, kullarından aldığı misak gereğince, ruhlarını Allah’a ulaştırmalarını kendilerinden istiyor. 
Allahû Teâlâ, fizik bedenden aldığı ahd gereğince; şeytana kul olmaktan kurtulup, kendisine kul olmamızı ve Nefs-i Emmare’de olan nefsimizden de yemin almak suretiyle, 7 kademede nefsimizi kontrol altına almamızı istiyor. Kısacası Allahû Teâlâ Kalubelâ gününde ruhumuzdan aldığı Misak’i, fizik bedenimizden almış olduğu Ahd’i ve nefsimizden almış olduğu Yemin’i yerine getirmemizi istiyor.
Bir insanın tek başına bu yeminleri yerine getirebilmesi kesinlikle mümkün değil. Allahû Teâlâ Rahman Suresi’nin 33. âyet-i kerimesinde ruh için şöyle buyuruyor:

55/ RAHMAN- 33: Yâ ma’şerelcinni vel’insi inisteta’tüm en tenfüzû min aktârissemâvâti vel’ ardı fenfüzû , lâ tenfüzûne illâ bisultân.
Ey İnsan ve cin topluluğu! İçinizden hanginiz şu göklerin çapını aşabilir (de Allaha ulaşabilir)? Hiç biriniz yapamazsınız ancak bir sultanla.

Allahû Teâlâ kişinin, Allah’ın kendisi için tayin ettiği bir sultan olmadan tek başına ruhunu Allah’a ulaştıramayacağını beyan ediyor. Âyet-i kerimede, Allah’ın “Sultan” diye isimlendirdiği kişi hadis-i şerifte beyan edilen, hayrın anahtarı, şerrin kilidi olan bir insandır. Ona tâbî olunmadığı takdirde kişi tek başına ruhunu Allah’a ulaştıramaz. 
Nahl Suresi’nin 36. âyet-i kerimesinde Allahû Teâlâ fizik vücut için şöyle buyuruyor:

16/NAHL-36:Ve lekad be’asnâ fiy külli ümmetin resûlen eni’büdullahe vectenibûttâguût, feminhüm men hedallahü ve minhüm men hakkat aleyhiddalâleh, fesiyrû fiyl’ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetülmükezzibiyn.
Ve andolsun ki biz bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde Resûl’ler be’asettik, (hayata getirdik, vazifeli kıldık) taguttan kurtulsunlar ve Allah’a kul olsunlar diye. Onlardan bir kısmı hidayete erdi ve bir kısmının üzerine dalâlet hak oldu. (Resûl’lere tâbî olanlar hidayete erdi, tâbî olmayanların ise üzerine dalâlet hak oldu). Yeryüzünde gezin yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün.

İşte Allahû Teâlâ’nın bu âyet-i kerimede beyan ettiği Resûl hadis-i şerifte ifade edilen hayrın anahtarı ve şerrin kilidi olan insan, Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı kişidir.Ona tâbî olmadan kişi tek başına fizik vücudunu Allah’a kul edemez. Nisa Suresi’nin 49. âyet-i kerimesinde nefs için Allahû Teâlâ şöyle buyuruyor:

4/ NİSA-49 : Elem tere ilelleziyne yüzekkûne enfüsehüm, belillâhü yüzekkiy men yeşâü ve lâ yuzlemûne fetiylâ.
(Habibim) Nefslerini tezkiye ettiklerini söyleyenleri görmedin mi? Hayır öyle değil (nefsini tezkiye ettiğini söyledi diye kimsenin nefsi tezkiye olmaz) ancak Allah dilediği kişinin nefsini tezkiye eder. Ve onlara kıl kadar zulmedilmez.

“Elem tere ilelleziyne yüzekkûne enfüsehüm, belillâhü yüzekkiy men yeşâü.”
O nefslerini tezkiye ettiklerini söyleyenleri görmüyor musun, Ey Resulüm? Hayır, Allah dilediğinin nefsini tezkiye eder.

Görülüyor ki, Allah’ın yardımı gelmeden (hayrın anahtarı, şerrin kilidi olan kişi) hiç kimsenin nefs tezkiyesini de gerçekleştirmesi mümkün değil. Bu konuda Necm Suresi’nin 32. âyet-i kerimesinde Allahû Teâlâ şöyle buyuruyor:

53/ NECM-32: Elleziyne yectenibûne kebâirelismi velfevâhışe illellemem, inne rabbeke vâsi’ulmagfireh, hüve a’lemü biküm iz enşe’eküm minel’ardı ve iz entüm ecinnetün fiy butûni ümmehâtiküm, felâ tüzekkû enfüseküm, hüve a’lemü bimenittekaâ.
Onlar küçük hatalar hariç büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Muhakkak ki senin Rabb’inin mağfireti boldur. Sizi (Âdem Aleyhisselamı) topraktan var ettiği zaman ve anne karnında size şekil verdiği zaman, O sizi biliyordu. (Boşuna) nefslerinizi temize çıkarmayın (nefslerinizi tezkiye ettiğinizi boşuna iddia etmeyin) (çünkü) Allah, takva sahibi olanı bilir.

Bazı insanlar vardır ki, “Benim aklım var, ben her şeyi bilirim, o halde böyle bir tezkiye söz konusuysa ben kendimi tezkiye ederim. Kaldı ki zaten kalbim tertemizdir, ben tezkiye olmuşum.” derler.
Böylece insan Necm Suresinin 32. âyet-i kerimesi gereğince Allah’a iftira ediyor. Çünkü Allahû Tealâ: “Kendi hakkınızda “tezkiye oldum” hükmünü veremezsiniz, o yetkiyi size vermedik, takva sahiplerini ancak Biz biliriz” diyor. Kimin nefs tezkiyesini gerçekleştirip gerçekleştirmediğini Allah biliyor. O halde insan, kendi hakkında hüküm vermek yetkisine sahip değildir. Bu yetki, sadece bizi yaratan Allah’a aittir.
Ve Nur Suresi’nin 21. âyet-i kerimesinde Allah şöyle buyuruyor:

24/NUR-21: Yâ eyyühelleziyne âmenû lâ tettebi’û hutuvâtişşeytân, ve men yettebi’ hutuvâtişşeytâni feinnehü ye’mürü bilfahşâi velmünker ve lev lâ fadlullahi aleyküm ve rahmetühü mâ zekâ minküm min ehadin ebeden ve lâkinnallahe yüzekkiy men yeşâ’, vallahü semiy’un aliym.
Ey amenu olanlar! Şeytanın adımlarına tâbi olmayın. Kim şeytanın adımlarına tâbi olursa o muhakkak ki (nefsi ve şeytan tarafından) fuhuşla ve münkerle emredilmiştir. Eğer Allah'ın fazlı ve rahmeti üzerinize olmazsa (nefsinizin kalbine giremezse) içinizden hiçbiriniz ebediyyen nefsinizi tezkiye edemezsiniz. Ve lâkin Allah (nurlarını kalbine göndererek) dilediği kişinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah işitir ve bilir.

Görülüyor ki, fazl ve rahmet kalbimize girmedikçe tezkiye olmamız mümkün değil. Fazl ve rahmetin kalbimize girebilmesi için de bir tezkiyeci olması lâzım. Bu âyet-i kerimede Allah’ın tezkiyeci diye tarif ettiği kişi yine hadis-i şerifte ifade edilen, hayrın anahtarı ve şerrin kilidi olan insandır. İşte bu kişiye biat edene ne mutlu!
Osmanlı’nın yükselme dönemi padişahlarından Yavuz Sultan Selim’in de bu istikamette bir veciz sözü var: 
“Padişah-ı alem olmak, bir kuru kavga imiş, 
Bir velîye bende olmak, hepsinden âlâ imiş.”
Bu dünya hayatında, her halükârda Allah’ın bizim için tayin ettiği velîye intisap etmemiz kadar önemli bir şey söz konusu değil. Bir zamanlar birileri, bir köye vardıklarında bir de bakıyorlar ki, mezar taşlarında gösterilen ölüm yaşları 19, 20, 25 olmasına rağmen köyün sakinleri 70’lik 80’lik. İkisinin arasındaki farklılığı bir türlü anlayamıyorlar. Ve soruyorlar: “Acaba neden mezar taşlarında bu sayılar var ve neden köyün sakinleri 70-80’lik?”
Onlar cevap veriyor:
“Biz mürşide intisap ettiğimiz noktadan itibarenki yaşımızı mezar taşına yazarız. Ondan evvelki hayatımız bizim için ölü bir dönemi ifade eder.”
Gerçekten de mürşide tâbî olmadan evvelki dönem, insan için cahiliye dönemidir. Ancak mürşide intisap ettiği zaman kişi, toprak altından çıkar ve nefs tezkiyesiyle dirilmeye başlar.
Bu hayrın anahtarı, şerrin kilidi olan kişiye hacet namazı kılarak ulaşmamız lâzım. Ama her hacet namazı kılan kişiye Allahû Teâlâ böylesi bir zatı göstermez. Allahû Tealâ, ancak huşu sahiplerine gösterebileceğini beyan ediyor. O zaman aklımıza şu sual geliyor: Acaba bir insan nasıl huşu sahibi olabilir? 
Evvelâ kesinlikle bilelim ki, dünya hayatında ve Nefs-i Emmare’nin standartları içerisinde yaşıyoruz. Ve Allahû Teâlâ, nefsimizi tezkiye ve tasfiye etmemiz ve İhlas’a ulaşmamız için olayları vücuda getiriyor. Her olay, Allah’ın bize bir imtihanıdır. 1. basamakta olaylar, 2. basamakta olayların bizler üzerinde bıraktığı tesir var. Yüce Rabbimiz, Bakara Suresi’nin 216. âyet-i kerimesinde;

2/ BAKARA-216: Kütibe aleykümülkıtâlü ve hüve kürhün leküm, ve asâ en tekrehû şey’en ve hüve hayrün leküm, ve asâ en tühıbbû şey’en ve hüve şerrün leküm. Vallahü ya’lemü ve entüm lâ ta’lemûn.
Ve savaş; o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Hoşlanmayacağınız bir şey, olur ki, o sizin için bir hayırdır. Seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şer’dir. Ve (bütün bunları ) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Etrafımızda Allah’ın vücuda getirdiği, bizi tesiri altına alan olayların hepsinden Allah’ın muradı var. Bu murat, dünya hayatında yaşarken Allah’ın emanetini Allah’a ulaştırmaktır. Bizler de yaşadığımız olaylardan bu dersi çıkartabilirsek, Allah’ın davetine icabet ederiz.3. basamakta Allah’a ulaşmayı dileriz. Bütün insanlar için olaylar var, bütün insanlar için olayların tesirleri farklı. Ama üçüncü basamakta insanlar ikiye ayrılıyor. Resulullah (S.A.V) Efendimiz, hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
“Men habbe likâallahî habbeallahü likâi” 
Kim dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah da o kişiyi kendisine ulaştırmayı diler.
“Men kerihe likâallahî kerihallahü likâi”
Kim dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşmayı kerih görürse, Allah da o kişiyi kendisine ulaştırmayı kerih görür.
Kimdir Allah’a ulaşmayı dileyen? Kimdir Allah’a ulaşmayı kerih gören?
Her kim, dünya hayatını isterse o kişi, Allah’a ulaşmayı kerih görmüştür. Her kim de dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi, dünya hayatını kerih görmüştür. “Dünya hayatı” dendiği zaman, nefsin hayatını “ahiret hayatı” dendiği zaman da ruhla yaşanan bir hayatı anlamamız gerekir. 
Eğer biz de Allah’a ulaşmayı diliyorsak, Allah’ın vaadi gereğince ruhumuzun talebine uyduğumuz için, Allah da bizi kendisine ulaştırmayı diliyor. Bunun doğal sonucu olarak 4. basamakta Allah, rahim esmasıyla üzerimizde tecelli ediyor. 5. basamakta Allahû Tealâ, bizi kendisine ulaştırmak üzere bizdeki engelleri, Hicab-ı Mestureyi, 6. basamakta kulaklarımızdaki vakrayı kaldırmak suretiyle âyetlerini bizlere işittiriyor. Ve 7. basamakta, kalbimizdeki ekinneti de kaldırarak, âmenû olmamızı gerçekleştiriyor.
Kur’ân-ı Kerim’in özeti durumunda olan Vel Asr Suresi’nde Allahû Teâlâ açıkça şunu ifade ediyor. “Âmenû olanlar, kurtuluşa erenlerdir.”
Her âmenû olan insan, kurtuluşta ise acaba huşu sahibi olmuş mudur? Hayır. Huşu sahibi olabilmesi için de, mutlaka kendisini Allah’a ulaştıran hayrın anahtarı, şerrin kilidini bulması lâzım. O, Allah’ın ihlas sahibi velî mürşidi olmadığı takdirde, kesinlikle hedefine ulaşması mümkün değildir. 
Allahû Tealâ 8. basamakta âmenû olan kişinin kalbine ulaşıyor, Tegabün Suresi’nin 11. âyet-i kerimesine göre. 9. basamak konusunda Yüce Rabbimiz Kaf Suresinin 33. ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

50/ KAF-33: Men haşiyerrahmâne bilgaybi ve câe bikalbin müniyb .
Gaybde Rahmana huşu duyan ve (Allah’a) dönük bir kalple (Allah'ın huzuruna) gelenlerdir.

O nefsin manevi kalbini kendisine çeviriyor. Ve 10. basamakta, göğsümüzden kalbimize Allah rahmet yolunu açıyor:

6/ EN’AM-125: Femen yüridillâhü en yehdiyehü yeşrah sadrehü lil’islâm, ve men yürid en yudıllehü yec’al sadrehü dayyikan haracâ, ke’ennemâ yassa’’adü fiyssemâ’, kezâlike yec’alûllâhürricse alelleziyne lâ yü’minûn.
Allah kimi hidayete erdirmeyi (ruhunu Allah'a ulaştırmayı) dilerse onun göğsünü teslime (islâma) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse onun göğsünü göğe çıkıyormuş gibi sıkıntılı kılar. Allah mümin olmayanların üstüne işte böyle azap bırakır.

11. basamakta; sadrı şerh edilen o kişinin kalbine Allah nurunu gönderiyor.
12. basamakta; kalbine ulaşan nurla kişi huşu sahibi oluyor.
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, hadis-i şerifinde: “Siz Allah’tan vesileyi pazartesi ve perşembe günleri isteyiniz” buyuruyor. Yâni duaların müstecap olduğu pazartesi ve perşembe günlerinde, genellikle perşembeyi cumaya bağlayan gecede kişi gusül abdesti alarak hacet namazını kılarsa, (huşu sahibiyse) Allah ona garanti veriyor, mutlaka kendisinin tâbî olması gereken, hayrın anahtarı ve şerrin kilidini 13. basamakta o kişiye gösteriyor. 14. basamakta mürşide tâbî olduğu takdirde Allah, kalbine îmânı yazıyor. Bundan sonra o kişi artık “Allah” kelimesini söylemeye başladığı an, fücur kapısı kapanacak, aynı zamanda “Allah” ismiyle takva kapısı açılacak demektir.
İşte bu özelliğin bir sonucudur ki, (tâbî olduğumuzda kalbimize Allah’ın îmânı yazdığı) Allah’ın mürşidleri, gerçekten hayrın anahtarıdırlar, çünkü takva kapısı onlarla açılıyor. Şerrin kilididirler, çünkü bu noktadan itibaren her kim “Allah” demeye başlarsa, mutlaka fücur kapısı kapanıyor ve kalbine Allah’ın rahmeti yağıyor.
Kişinin tâbî olduktan sonra yapacağı tek şey, Allah’a ve o mürşide itaattir. En üst seviyede mürşide itaat ettiği takdirde, mürşidin himmeti, Allah’ın fazl-u keremiyle, Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Raziye, Mardiye Ve Tezkiye kademelerini geçmek suretiyle nefsini 7 kademede tezkiye edecektir.Tezkiye olan bir insan, Allah’a kul olacaktır. Bu ilk kulluktur. Ama henüz Ekber kul olmamıştır. Fizik vücudu Allah’a teslim edecek Ekber kul olacak, daha sonra nefsini de Allah’a teslim edecek Azim kulluğa ulaşacaktır. Bunun için nefsini tamamen tasfiye etmesi lâzım. Mutlaka Fena kademesinden, Beka kademesinden, Zühd kademesinden, teslim kademesinden ve Ulûl’Elbâb kademesinden geçecek, İhlas’a ulaşacak ve nefsini Allah’a teslim edecektir. İşte Allah’ın «Hayrın anahtarını ve şerrin kilidini kendisinin eline verdiği kişi böylece İhlas’a ulaşmıştır. İhlas’a ulaşan her insan, bir seher vaktinde Allahû Teâlâ tarafından Nasuh Tövbesi’ne çağrılacak ve Salâh’a ulaşacaktır.
Tövbe etmek suretiyle anahtarın ve kilidin eline verildiği kişi 28. basamakta nefs kalbinin hayır kapısını daima açık, şerr kapısını da daima kapalı duruma getirmiştir. Daimi Zikir, şerr kapısını daimi kilitlemiştir.

 
     
     
 
     
   

 


Bugün 12 ziyaretçi (34 klik) kişi burdaydı!
El Fatiha.

BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM. 1/FÂTİHA-1: Bismillâhir rahmânir rahîm. Rahmân ve rahîm olan Allah'ın ismi ile. 1/FÂTİHA-2: El hamdu lillâhi rabbil âlemîn (âlemîne). Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. 1/FÂTİHA-3: Er rahmânir rahîm(rahîmi). Rahmân’dır, Rahîm’dir. 1/FÂTİHA-4: Mâliki yevmid dîn(dîne). Dîn gününün mâlikidir. 1/FÂTİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu). (Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz. 1/FÂTİHA-6: İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme). (Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır). 1/FÂTİHA-7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne). O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.
Allah Kabul Etsin.


Allah razi olsun.
Allaha Ulasmayi Dileyin
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol