Ana Sayfa
İletişim
Islam Tarihi
Bayanlar icin Namaz
Türkçe mealiyle Kuran okuma
Online Kuranı Kerim dinle
Evliyalar.
Allahın Sevgili Kulları
Zikr
Peygamberimizin mübarek Nur'u
Hz. İbrahim’in Hanif Dînî'nde Birleşmeye Davet
NEFS NEDİR?
HADİSİ ŞERİF
=> Hadis-i Şerifler
=> Hadis-i Şerifler 7 - 9
=> Hadis-i Şerifler 10 - 12
İnsanın Yaratılışı
Mümin Olmak
Dualarimiz
GÖZLERİN GÖRMESİ İÇİN
Makaleler.
ALLAH İLE OLAN AHD’İ YERİNE GETİRMEK
ÖLÜ İKEN DİRİLMEK VE NUR SAHİBİ OLMAK
İslam 5 deyil 7 sart
TABİYET ŞARTMIDIR ?
TAKVA NEDİR ? NASIL TAKVA SAHİBİ OLUNUR ?
TASAVVUF NEDİR ?
THEMA: Reinkarnation
THEMA: DIE HINDERNISSE -Engeller
Thema: Der Tod und der Jüngste Tag
THEMA: Reinkarnation.
Kur'an'da ki İslam
Kur'an'ın Gerçekleri dinle
Kur’anı Kerim ve Kutsal Kitaplar
Allah Kainati Nicin Yaratmıstır?
Allah Kainatı Niçin Yaratmıştır? - 2
Allah Kainatı Niçin Yaratmıştır? - 3
OKU VE ALLAHI ZIKR ET
Buraya Yorum Yazin.
Sami Yusuf dinle

Hadis-i Şerifler

 

Hadis-i Şerifler 10 - 12


10

ANNE BABANIN ÇOCUĞUNA BIRAKACAĞI EN BÜYÜK MİRAS, İSLÂMÎ TERBİYEDİR


Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz buyuruyor ki: “Anne-babanın çocuğuna bırakacağı en büyük miras, İslâmî terbiyedir.”
Resûlullah bu hadisle acaba ne demek istiyor.
Anne-babanın çocuklar üzerinde hakkı olduğu kadar onlara karşı görevleri de vardır. Anne-babanın çocuklara karşı görevi onları İslâmî terbiye ile nefs tezkiyesi ve tasfiyesiyle yetiştirmektir. Allah’ın çocuklarına karşı verdiği görevi yerine getiren kişi onlar üzerinde hak iddiasında bulunabilir. Anne-baba çocuklar üzerinde ihsanla davranmaları gerekmektedir. İhsanla davranmak nefsin tezkiye ve tasfiyesiyle mümkündür. Çocukların görevi anne-babaya ihsanla davranış iken onlar üzerindeki hakkı İslam terbiyesidir. Kısaca anne-baba için görev olan şey çocukları için haktır. Çocuklar için görev olan şey anne-baba için haktır. İslâm, herkesin hak ve ödevlerini Allah’ın emrettiği biçimde yerine getirdiği takdirde yaşanır. Evlâtların, anne-babaya karşı görevlerini belirten pek çok âyeti kerime var. Bakara Suresinin 83. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz, evlâtların anne-babaya karşı davranışlarının nasıl ve ne biçimde olması gerektiğini âyetle bize açıklıyor:
“Ve bilvalideyni ıhsanen.”
Anne-babaya ihsanla (iyilikle) davranın.

Ben-i İsraile farz kıldığı 10 emirden bir tanesi, evlâtların anne-babalarına ihsanla davranmaları. Yine Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e indirilen Kur’ân-ı Kerim’le Allah’ın Ümmet-i Muhammed’e farz kıldığı 10 emirden bir tanesi de bu istikamette.

ENAM-151: “Ve bilvalideyni ıhsanen.” 
Anne babanıza ihsanla davranın.

Allahû Teâlâ İsra Suresi’nin 23. ve 24. âyet-i kerimelerinde buyuruyor ki;

“Ve bil vâlideyni ihsânâ, immâ yeblüganne indekel kibere ehadühümâ evkilâhümâ fela tekul lehümâ üffin ve lâ tenherhümâ ve kul lehümâ kavlen keıiymâ vahfıd lehümâ cenâhazzülli minerrahmeti ve kul rabbirnamhümâ kemâ rabbeyaniy sagıyrâ”
Anne-babaya ihsanla (iyilikle) davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlarsa onlara “öf” bile deme ve onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak gönüllülükle kanadını ger. De ki: Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse sen de onları esirge.

Ve Yüce Rabbimiz Ankebut Suresi’nin 8. âyet-i kerimesinde;

“Ve vassaynel’insâne bivâlideyhi husnâ, vein câhedâke litüşrike biy mâ leyse leke bihi ilmün felâ tütı’hümâ”
Biz, anne-babasına ihsanla davranmasını evlâtlara tavsiye ettik. Şayet annen, baban bilmediği bir şeyi bana şirk koşarsa, onlara itaat etme.

Burada Allahû Teâlâ bize uyarıda bulunuyor. Şirk içinde olan, küfür içinde olan bir anne-babanın, Allah yolunda olan evlâdının bu istikametteki emirlerine itaat etmemesini istiyor. Evet onlara güzel davranacağız, ama eğer Allah’a onlar şirk koşuyorsa, şirk içinde olan anne-babaya itaat etmeyeceğiz.
Allahû Teâlâ Hz. İbrâhîm A.S’ı misal getiriyor. Babası putçu ve şirk içinde birisi ama İbrâhîm A.S. babasını uyarıyor:

MERYEM- 43,44: “Ya ebeti inniy kad câeniy minel’ilmi mâ lem ye’tike fettebi’niy ehdike sırâtan seviyyâ. Yâ ebeti lâ ta’büdişşeytân, inneşşeytâne kâne lirrahmâni asıyyâ” 
Ey babam! Sana gelmeyen bir ilim, bana gelmiştir. O halde bana tâbî ol, ben seni doğru bir yola ileteyim. Ey babam! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahman’a asi olmuştur.

Deyince babası: “Sen beni putlarımdan mı ayıracaksın? Eğer bir son vermeyecek olursan andolsun, seni taşa tutarım uzun bir süre benden uzaklaş git.” diyor.
Yüce Rabbimiz Lokman Suresi’nin 14 ve 15. âyet-i kerimelerinde yine evlâda şöyle sesleniyor:

LOKMAN-14,15:“Ve vassaynel’insâne bivâlideyh, hamelethü ümmühü vehnen alâ vehnin ve fisâlühü fiy âmeyni enişkürliy ve livâlieyk, ileyyelmasıyr. Ve in câhedâke alâ en tüşrike biy mâ leyse leke bihî ilmün felâ tütı’hümâ ve sahıbhümâ fiyddünyâ mağrûfen vettebi’ sebiyle men enâbe ileyy.
Biz insana anne ve babasını tavsiye ettik. Annesi onu zorluk üstüne zorlukla taşımış, onun ayrılması da, iki sene içindedir. Hem bana hem de anne ve babana şükret, dönüş banadır. Bununla birlikte, onların ikisi hakkında bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için seni zorlarlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünyada onlara iyilikle geçin. Bana ulaşanın yoluna tâbî ol.

Allah’a giden yolda, eğer anne-baba Allah’ın yolundaysa, onlara itaat en üst seviyede yer alıyor. Çünkü Allahû Teâlâ kendisine itaatten sonra hemen bunu devreye koyuyor. 
Ve Yüce Rabbimiz yine Ahkâf Suresi’nin 15. âyet-i kerimesinde belli bir yaşa gelen kişinin Allah’a şu talepte bulunduğunu bizlere açıklıyor:

AHKAF-15 “Ve vassaynel’insâne bivâlideyhi ihsânâ, hamelethü ûmmühü kürhen ve veda’athü kürhâ ve hamlühü fisâlühü selâsûne şehrâ, hattâ izâ belega eşüddehü ve belega erba’ıyne seneten kaâle rabbi evzı’niy en eşküre ni’metekelletiy en’amte aleyye ve alâ valideyye ve en a’mele salihân terdahü ve aslıh liy fiy zürriyyetiy, inniy tübtü ileyke ve inniy minelmüslimiyn” 
Biz insana anne ve babasına ihsanla davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet erginlik çağına gelince dedi ki: Rabbim, bana anne ve babama vermiş olduğun nimetlerin hamdini ve şükrünü eda etmek, razı olacağın salih amelde bulunmam istikametinde bana ilham et. Benim için soyumdan da salâhı ver. Gerçekten ben tövbe edip sana döndüm ve ben teslim olanlardanım.

Açıklanan altı tane âyet-i kerime grubunda Allah’ın evlâd, anne-babaya karşı yüklediği görevi bildiriyor. Çocukların görevini yerine getirebilmeleri, Allah’ın anne-babaya yüklediği görevin yerine gelmesine bağlı. İhsanla davranabilmek çoçukların görevi iken, nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yani İslâmî terbiye anne-babanın görevidir. Nefsini tezkiye etmeyen ve nefsini tasfiye etmeyen bir insanın anne-babasına ihsanla davranabilmesi mümkün değil. Sadece öğrenebilir, ama öğrendiklerini hayata geçirebilmesinin tek şartı, mutlaka nefs tezkiyesine ve tasfiyesine bağlı. Allahû Teâlâ bunu dile getiriyor.
Hattâ anne-baba arasındaki mukayeseye gittiği zaman Resûlullah, hadis-i şerifinde buruyor ki; “Annenle-baban, ikisi birlikte senden bir şeyi talep ederlerse, evvelâ annenin isteğini yerine getir. İkinci kere talep ederse evvelâ ikinci kere de annenin isteğini, üçüncü kere de annenin isteğini ve dördüncü kere babanın talebini yerine getir.”
Burada da evlâdın, anne-baba arasındaki öncelikler içerisinde kime öncelik vermesi gerektiğini Resulullah ifade ediyor, açıklıyor. Ve yine Resûlullah buyuruyor ki; “Allah yolunda annen-baban ihtiyarlar da, halâ cenneti hak edemediysen vay haline.”
Acaba bununla Allah’ın Resûl’ü ne demek istiyor? Güzel davranış biçimi, nefs tezkiyesine bağlı. Ve anne-baba bizim yanımızda ihtiyarlıyor. Eğer İsra Suresi’nin 23. âyet-i kerimesinde, ihtiyarlayan o anne-babaya Allahû Teâlâ “öf” bile dememizi istemiyorsa, bu davranış biçimi sergilememizi istiyorsa, bu da ancak ve ancak nefs tezkiyesine bağlıysa, bu emirleri yerine getirebilmek, bu davranış biçimiyle davranabilmek tezkiyeyi gerektiriyor. Evet Allahû Teâlâ diyor ki, “Eğer annen-baban yanında ihtiyarlıyor da halâ tezkiye olamadıysan vay haline.” Çünkü tezkiye olursan ancak, en güzel davranışla davranabilirsin. Tezkiye olmadığın takdirde bu davranış biçimlerini sergileyebilmen, yaşayabilmen mümkün değil.
Evvelâ bilelim ki bu davranış biçimlerine giden yol, sevgiden geçer. Allahû Teâlâ Al-i İmran Suresi’nin 31. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

“Kul inküntüm tühibbûnallâhe fettebi’ûniy yuhbibkümullahü.”
De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana tâbî olun ki Allah da sizi sevsin.

Şu anda birisi sual sorabilir: “Ben evlâdıma Allah’ın sevgisini nasıl verebilirim?” Her şeyden evvel anne-babanın evlâdına Allah ve Resûlullah sevgisini verebilmesi için kendisinin o sevgiyle donatılmış olması lâzım. Allah ve Resûl’ünü sevmeyen, Allah ve Resûl’üne tâbî olmayan hiç kimsenin evlâdına bu terbiyeyi verebilmesi mümkün değil. Bu sebeple Tahrim Suresi’nin 6. âyet-i kerimesinde Allah şöyle buyuruyor:

“Yâ eyyühelleziyne âmenû kuû enfüseküm ve ehliyküm nâren.”
Ey îmân edenler, kendi nefsinizi, evlâd-ü iyalinizi ateşten koruyun.

Öncelik kişinin kendi nefsine verilmiş. Evet siz evlâd-ü iyalinizi ateşten korumak istiyorsanız evvelâ kendinizi korumanız lâzım. Bir ayağınız ateş çukurunda, elinizle bir başkasını cehennemden çıkarabilir misiniz? Bu mümkün değil. İşte Resûlullah’ın “Anne-babanın çocuğuna bırakacağı en büyük miras, İslâmî terbiyedir.” demesi boşuna değil.
En yakın arkadaşı Hz. Ebubekir (R.A), inzal olunan bir âyet-i kerime gereğince malını tamamıyla Allah’ın yoluna sarf ediyor ve Resûlullah’a teslim ediyor. Resûlullah bu istikamette: 
-Ya Ebubekir evlâtlarına neyi bıraktın? deyince,
-Allah ve Resûl’ünün sevgisini, diye cevap veriyor.
Evet bizler gerçekten evlâdımızı seviyorsak, bizim onlara bırakacağımız en büyük miras, İslâmî terbiye, yâni Allah ve Resûl’ünün sevgisidir, nefs tezkiyesi ve nefs tasfiyesidir.
Acaba bir anne-baba evlâdına bu istikamette Allah’ın sevgisini, Resûlullah’ın sevgisini nasıl verebilir? Evvelâ o annenin kesinlikle Allah’ın kendisi için tayin ettiği mürşide tâbî olmasıyla gerçekleşir.Çünkü Fussilet Suresi’nin 33. âyet-i kerimesinde Allah şöyle buyuruyor irşadla vazifeli kıldığı kişiye:

41/ FUSSİLLET-33: Ve men ahsenü kavlen mimmen de'â ilallahi ve amile sâlihan ve kaâle inneniy minelmüslimiyn.
Muhakkak ki “Ben Allah’a teslim oldum” diyerek Allah’a çağırandan ve nefsi ıslâh edici ameller işleyenden daha güzel söz söyleyen kim vardır.

Salâh’ta olup irşadla vazifeli olan kişi, daima bu âyet-i kerime gereğince insanları Allah’a davet eder. Eğer o anne-baba bu davete uymuşsa, o zaman davete uyan mutlaka amenu olmuştur. Allah’ı seven birisidir. Allah’ı sevmeseydi Allah’a ulaşmayı talep etmezdi. Allah’ı seven birisi olduğu için, Allah’a ulaşmayı talep etmiş ve 7. basamakta amenu olmuş. Amenu olan bu kişinin kalbine Allahû Teâlâ, vermiş olduğu fazlû keremle, yardımla kalbine hidayeti koyuyor; kalbini Allah kendisine çeviriyor; kalbine giden rahmetin yolunu açıyor; kalbine nurunu gönderiyor ve kalbi o nurla huşuya ulaşıyor. Huşu sahibi olan kişi hacet namazı kıldığı zaman, Bakara 45’e göre Allah ona mürşidini gösteriyor, 14. basamakta o kişi gidip mürşidine intisap ediyor.
Allah’a ulaşmayı dileyen kişiyi, (Allah’ı sevmesi, Allah’ı talep etmesi hasebiyle) Allah, onu, tâbî olması gereken indindeki en sevgili kuluna ulaştırdı. Allah diyor ki, “Ben birisini seversem onu diğer kullarıma sevdirtirim.” Allah’ın insanlar içerisinde en üst seviyede sevdiği kişi irşadla vazifeli kıldığı Sırat-ı Müstakiym üzerindeki sultandır. Ve hiyerarşik sistem içerisinde bu sevgi, aşağıya doğru giderek azalır. Kısacası, sevgi Allah’a en yakın olan kuldan en üst seviyede başlar ve aşağıya doğru bu sevgi gittikçe oran itibarıyla azalır. Bizim insanlar içerisinde en çok kimi sevmemiz gerekir? Allah’ın en çok sevdiğini sevmemiz lâzım. Yâni biz Allah’ı seviyorsak Allah’ın sevdiğini de sevmemiz lâzım. Allah’ı seviyoruz, ama Allah’ın sevdiğini sevmiyoruz. İşte orada kendimizi aldatıyoruz ve kendi kendimize yalan söylüyoruz. Gerçekten ben Allah’ı seviyorum diyen kişinin Allah’ın sevdiğini de sevmesi lâzım.Bu açıdan anne-baba, her şeyden evvel çocuğunu ahiret ve dünya hayatında korumak istiyorsa bırakacağı en büyük miras, Allah ve Resûlullah sevgisidir.
İşte Allah’ın daveti gayet açık: Dünya hayatını yaşarken ruhen Allah’ın Zat’ına ulaşmak. Eğer anne-baba bu davete uymuşsa ve mürşidine ulaşmışsa, o zaman mürşidinden öğreneceği terbiyeyi tatbikat sahası olan en yakınları, çocuklarına verecek şekilde onlara tebliğ edecektir, onlara nasihat edecektir, onlara bilgi verecektir. Ve bu Kur’ân-ı Kerim âyetleriyle Resûlullah’ın kapalı olan âyetlerin açıklaması sadedinde vaaz ettiği hadislerle, evlâdını terbiye ederse, beslerse, evlatlarına karşı vazifesini yapmış olur. Öğrenme, daha sonra evlâdına da bu öğrendiklerinin hayata geçirilmesi açısından örnek olma noktasında kesin bir görevin sahibi olduğunu bilmesi lâzım. 
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz: “Kim bildikleriyle amel ederse Allah ona bilmediğini öğretir.” buyuruyor. O halde anne-baba mürşitten öğrendiklerini çocuklarına öğretmeleri lazım. Öğrendiklerini hayata tatbik ederlerse ilimleri onlara faydalı olur. Aksi takdirde sadece öğrenmek, teorik kısımda kalır ve hiçbir zaman bizi aslî hedefe ulaştıramaz. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” buyuruyor. O zaman bizim dikkatle üzerinde durmamız gereken şey mutlaka, mutlaka Al-i İmran 31’e göre Allah’ı sevmemiz, Allah’a ulaşmayı kesinlikle talep etmemiz lâzım.
Allahû Tealâ, Nahl Suresi’nin 90. âyet-i kerimesinde bütün insanlara şunu emrediyor:

“İnnalahe ye’mürü bil’adli vel’ihsâni.”
Allah insanlar arasında adaleti emrediyor. Allah ihsanı emrediyor.

Din, kul ile Allah arasındaki ilişkilerle, kul ile kullar arasındaki ilişkilerin tümünü ihtiva eden sistemin adı. Kul ile kullar arasındaki ilişkilerde Allahû Teâlâ daim olarak adaleti emreder. Ama kul ile Allah arasındaki ilişkilerde Allahû Tealâ, ihsanla davranmamızı emrediyor. En yakınlarımız olan anne-babaya Allah emrettiği için ihsanla davranıyorsak bizim için anne-baba muhatap değildir. Allah emrettiği için muhatap Allahû Teâlâ’dır.
O halde çocuklarla anne-baba arasındaki ilişkiler, kul ile Allah arasındaki ilişki gibidir. Ve kul ile Allah arasındaki ilişkilerde Allah, bizim ihsanla davranmamızı , özveride bulunmamızı istiyor. Anne-baba her türlü zulmü yapsa dahi, her türlü haksızlığı bize yapsa dahi, eğer biz tezkiye olmuşsak mutlaka onları affetmemiz lâzım, eğer biz tasfiye olmuşsak mutlaka kötülüğe karşı hayırla mukabele etmemiz lâzım. Eğer Resulullah’ın yolunda giden birisiysek, Allah’ın Resulullah’a vermiş olduğu emir Araf Suresi’nin 199. âyet-i kerimesinde bu vasatta bir emirdir.

“Huzil’afve ve’mür bil’urfi ve a’rıd anilcâhiliyn.”
Sen affet, marufla emret ve cahillerden yüz çevir.

Eğer bizim için Resûlullah örnekse biz de Resûlün yolundan gidiyorsak o zaman her halükârda en yakınlarımızla olan ilişkilerimizde bize yaptığı haksızlıkları af ile karşılamamız lâzım. Daha ötede nefsimizi tasfiye eden birisiysek mutlaka kötülüğe karşı hayırla mukabele etmemiz lâzım.
İşte Resulullah’ın bu istikametteki hadis-i şerifi: “Anne-babanın evladına bıraktığı en büyük miras, İslâmî terbiyedir.” demesi boşuna değil. Ve Tahrim Suresi’nin 6. âyet-i kerimesinde;

“Yâ eyyühelleziyne âmenû kuû enfiseküm ve ehliküm nâren.”
Ey îmân eden anne-babalar! Kendinizi, evlâd-iyalinizi cehennem ateşinden koruyun.

Korumanın yegâne yolu; evvelâ onlara dünya hayatında ruhen Allah’a ulaşmayı benimsetmektir. Sizler evlâdınıza, yakın akrabanıza faydalı olmak istiyorsanız, onların hidayete ulaşması istikametinde bir gayret içinde olmak istiyorsanız, evvelâ onlara söylediğinizi sizlerin yaşamanız lâzım. Siz yaşamadıkça sözlerinizin ne yazık ki onlara fayda vermesi, kalplerine ulaşması mümkün değil. 
Hz. Ömer’in kıssasını dile getirmek istiyorum. O zamanki köleler Hz. Ömer’e diyorlar ki;
-Bizim hakkımızda hutbede konuş. Bizim sahiplerimiz bizi azad etsinler.
Altı hutbe geçmesine rağmen, Hz. Ömer ancak yedincide konuşmaya başlıyor ve gayri ihtiyarî o köleler merak içinde soruyorlar:
-Ya Ömer neden bu kadar geciktin?
-Evvelâ köle azad edecek parayı kazandım. Camiye girmeden önce köle satın aldım ve azad da ettim. Şimdi minberde bunu konuşmaya hak sahibiyim. Ben eğer bunu yapmasaydım sözlerim de sizlere tesir etmezdi. Benim sizlere örnek olmak gerekir ki, sözlerim de size tesir etsin.

11

DÜNYADAN RAĞBETİNİ KES Kİ ALLAH SENİ SEVSİN. HERKESİN ELİNDE OLANDAN RAĞBETİNİ KES Kİ HALK SENİ SEVSİN.


Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz şöyle buyuruyor: 
“Dünyadan rağbetini kes ki Allah seni sevsin. Herkesin elinde olandan rağbetini kes ki halk seni sevsin.”
Bir tarafta Allah’ın Zat’ı, diğer tarafta dünya hayatı. Çünkü iblis, insanoğlunun kurtuluşuna vesile olacak yegâne unsuru, Kalubelâ günü Allah’a verilen Yemin, Misak, Ahd’i bize unutturarak, onun karşılığında dünyalık vermek istiyor. Böylece Allah’ın sevgilileri arasına girmemize mani oluyor.
Hadis-i şerifin ikinci bölümündeki herkesin elinde olandan rağbeti kesebilmek ise, Daimî Zikir, irşad ve teslimi gerektirir. Kişi ancak o zaman %100 sevgiyle dolar, herşeye ruhunun gözlükleriyle bakar. Allah da onu, halkın da sevdikleri arasına katar. Bu konuyu Kur’ân-ı Kerim ışığında inceleyelim.
Allahû Teâlâ’nın dininin odak noktasında sevgi vardır. Sevgi ile insan bu yola başlar, sevgi ile devam eder ve Allahû Teâlâ’nın kendisine bahşettiği bu sevgiyi, dışındaki insanlara da yansıtır. Kısacası kişinin kendisinin sevginin kaynağı olması lâzımdır.
Allahû Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de, Kur’ân’ın tamamının sevgi ile yaşanabileceğini söylüyor. Başlangıç noktasında her birimiz nefs-i emmarede iken bu sevginin sahibi değiliz. Bizim bu sevgiye nasıl ulaşacağımızı Allahû Teâlâ, Al-i İmran Suresinin 31. âyet-i kerimesinde bildiriyor:

âL-İ İMRAN- 31: “Kul in küntüm tuhibbünallâhe fettebi’uni yuhbibkümüllahü ve yağfirleküm zünûbeküm. Vallahü gafûrun rahîm.”
De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o zaman bana tâbî olun ki; Allah da sizi sevsin ve sizin günahlarınızı bağışlasın (sevaba çevirsin). Allah GAFÛR’ur RAHÎM’dir.

Allahû Teâlâ’nın iki kısımdan müteşekkil bu âyet-i kerimesi, Kur’ân’ın tamamını oluşturuyor.
Âyet-i kerimenin birinci kısmında; «Allah’ı seviyorsanız, bana tâbî olun,» deniliyor. O halde önce Allah’ı sevmemiz lâzım. Allah’a ulaştıran yol sevgiden geçer. Bizimle Allah arasındaki ilişkilerde nasıl sevgi varsa, bizimle diğer insanlar arasında da asıl unsur yine sevgi olmalıdır. 
İslâm’ın; bir îmân boyutu, bir amel boyutu, bir de ahlâk boyutu vardır. Allahû Tealâ’nın kendisine îmân etmemize ihtiyacı yok. Amel boyutunda Allah’ın; üzerimize farz kıldığı vasıta emirleri yerine getirmemize de ihtiyacı yok. Ama eğer biz huzur ve saadeti arıyorsak, bu da ancak nefs tezkiyesi ve tasfiyesi ile mümkünse, bunun için de hayatımızı İslâm’ın ahlâk standartları içerisinde devam ettirmemiz gerekiyorsa, o zaman bunlar farz emirlerdir ve sevgiyle yerine getirmeliyiz. İşte sevgi, bu açıdan çok önemli.
İlk 14 basamak içerisinde yer alan “Allah’ı seviyorsanız”, bir şart cümlesidir. Dünyadan rağbeti kesmeye eş değerdedir. Allah burada serbest iradeye sesleniyor; Kişi dilerse sever, dilemezse sevmez. Ama diğer insanlar ile olan ilişkilerde kişi zirve noktada İslâm ahlâkını yaşamak istiyorsa, halkın da kendisini sevmesini istiyorsa, Allah’ın da bizi sevmesi lâzım.
Başlangıç noktasında hiç kimse doğarken sevgi ile dünyaya gelmiyor. Nefs-i emmarenin standartları içerisinde dünyaya geliyor. Özellikle Taha Suresinin 123. âyet-i kerimesine baktığımız zaman şu sonuçları rahatlıkla görebiliriz:

TAHA-123: “Kaâlehbitâ minhâ cemiy’an ba’duküm liba’dın adüvv, feimmâ ye’tiyenneküm minniy hüden femennittebe’a hüdâye felâ yadıllu ve lâ yeşkaâ.”
Birbirinize düşman olarak oradan hepiniz aşağı inin. Bizden size yaşadığınız devrede hidayetimiz geldiği zaman, kim hidayetçimize tâbî olursa o dalâlette kalmaz ve şâkî de olmaz.

Âyette açıklandığı gibi bizimle diğer insanlar arasındaki ilişkilerde sevginin yerinde düşmanlık vardır. Başlangıç noktasında birbirimize düşman olarak yeryüzüne iniyoruz. 
İşte nefsimizdeki kin ve adavetin yerine sevginin yerleşmesinin yegâne faktörü, Allah’tan bize gelen hidayetçiye tâbî olmaktır. O hidayetçi söz konusu olan kin ve adaveti, sevgiye dönüştürüyor.
Hz. Muhammed (S.A.V) de hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Öyle Allah’ın kulları vardır ki, onlar Allah’ın kullarına Allah’ı sevdirirler. Allah’a da kullarını sevdirirler.”
Birinci kısımda o kullar, Allah’ın kullarına Allah’ı sevdiriyorlar. Al-i İmran Suresinin 31. âyetinin birinci bölümündeki ifadeye eşdeğer. Hidayetçinin birinci görevine baktığımız zaman;

BAKARA-151 “Yetlû aleyküm âyâtina.”
Allah’ın âyetlerini, insanlara açıklamak (suretiyle sevdiriyorlar.)

Nitekim Resûlullah’ın en yakını olan Hz. Ebubekir (R.A) malını tamamiyle Allah yolunda sarfedince Resûlullah buyuruyor ki: “Ya Ebubekir evlâdına miras olarak ne bıraktın?” Verdiği cevap çok manidar:
“Allah ve Resûl’ünün sevgisini miras bıraktım” diyor.
O halde Resûlullah da ümmetine Allah’ı sevdirmiş. Resûlullah’a tâbî olan insanlar da başkalarına Allah ve Resûl’ünün sevgisini miras bırakmışlar, o sevgiyi yerleştirmişlerdir. O halde hepimiz, dışımızdaki insanlara Allah’ı sevdirmekle vazifeliyiz. Allah ve Resûlullah sevgisi kalbe yerleşmedikçe İslâm’ı yaşamak mümkün değildir. 
Başlangıç noktasında nefsimizin kalbinde dünya sevgisi vardır. Dünya sevgisini, kalpten söküp atmadıkça, Allah ve Resûl’ün sevgisi gelip yerleşmez.
Dünya sevgisinin kalpten sökülüp atılması, bunun yerine Allah ve Resûl’ünün sevgisinin yerleşmesi nasıl gerçekleşiyor? Dünya sevgisi nedir? Allahû Teâlâ Kehf Suresinin 46. âyet-i kerimesinde:

“Elmâlü velbenûne ziynetülhayâtiddünyâ.”
Mal ve çocuklar dünya hayatının ziynetleridir, buyuruyor.

O halde mal ve çocuklara karşı olan sevgi, dünya sevgisini ifade ediyor. Birinci tesbitimiz bu.
Allahû Teâlâ Tegabün Suresi’nin 15. âyet-i kerimesinde de şöyle buyuruyor:

“İnnemâ emvalüküm ve evlâdüküm fitneh.”
Mal ve çocuklarınız bir fitnedir.

“Fitne”, Arapça bir kelime olup, imtihan anlamına gelmektedir. O halde eğer Kehf 46’da “mal ve çocuklar dünya hayatının ziynetidir” diyorsa, Tegabün Suresi’nin 15. âyet-i kerimesinde de “Mal ve evlatların bizler için bir fitne, bir imtihan olduğu” söyleniyorsa, bizim bu imtihanı başarmamız lâzım. Allahû Tealâ, Tahrim Suresi’nin 6. âyet-i kerimesinde de “Kendi nefsinizi ve evlad-ı iyalinizi ateşten koruyun” buyuruyor.
Çocuklarımıza Hz. Ebubekir gibi Allah ve Resulü’nün sevgisini verebilirsek, Allah onları koruyacaktır. Böylece bizim için bir fitne olmaktan çıkacaklardır. Çünkü, fitne olan nesne bizi Allah’ın zikrinden alıkoyabildiği gibi, Allah’ın zikrine de götürebilir. Allah Mücadele Suresi’nin 19. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

“İstahveze aleyhimüşşeytânü fe’ensâhüm zikrallah, ülâike hızbüşşeytân, elâ inne hızbeşşeytâni hümülhâsirûn.”
Şeytan insanların üzerine oturdu. Allah’ın zikrini insanlara unutturdu. Onlar şeytanın taraftarıdırlar ve şeytan taraftarları da cehenneme gideceklerdir.

Bizi zikirden alıkoyan, ezelî ve ebedî düşman olan iblistir. Bize mal ve çocukları dünya hayatının ziyneti olarak peşkeş çekecektir. Onun için secde emrine asi olan iblis, Allah’ın huzurundan kovulduğu zaman, Hicr Suresi’nin 39. ve 40. âyet-i kerimelerinde şöyle söylüyor;

“Kaâle rabbi bimâ agveyteniy leüzeyyinenne lehüm fiyl’ardı ve leugviyennehüm ecma’ıyn.”
Beni azdırmana yemin ederim ki, yeryüzünü onlara süsleyeceğim ve hepsini saptıracağım.

Ama Allah ne buyuruyor?

HICR-40 : “İllâ ibâdeke minhümülmuhlasıyn.” 
Fakat ihlas sahibi kullarım hariç.

Onun için Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki Allah, bu dini nefsinizi ihlasa ulaştırmanız için varetmiştir.”
O halde iblis, bize dinsizliği ve bir takım din dışı zanları (nefsin), dünya hayatını peşkeş çekerken, bizi yaratan Allah da nefsin dünyasına olan rağbetimizi kesmeyi, İslâm’ı, Kur’ân’ı, Allah ve Resulü’nün sevgisini önermektedir.
İşte Allahû Teâlâ’nın hidayetçisi bu bakımdan önemli. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki; “En hayırlı dost, zikri unuttuğunuz zaman size zikri hatırlatan, zikrettiğiniz zaman da size yardım edendir.”
Burada mürşidin iki görevinden bahsediliyor. Birinci görevi, bize zikri (kalubelâ günü Allah’a verdiğimiz yeminleri) hatırlatması; ikinci görevi ise, 14. basamağa ulaşıp ta mürşide tâbî olduğumuz zaman zikreden kişiye zikirde yardım etmesidir.
Başlangıç noktasında “kalubelâ” günü söz verdiği zikri daha sonra insanoğlu unutuyor. Halk arasında “Ne zamandan beri müslümansın?” sorusuna bizim cevabımız: “Kalubelâ gününden beri”dür. Nedir bu “kalubelâ” günü?
Allahû Teâlâ, Âdem A.S.’ın zahrında onun bütün zürriyetini yaratıyor ve bize zikri hatırlatmakla mükellef olan hidayetçiyi üzerimize şahit kılıyor. Ve bize şöyle sesleniyor:
“Elestü birabbiküm.”
Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
Hepimiz “belâ” diyoruz.
Nitekim “kalubelâ” günü üzerimize şahit tutulan salâhtaki kişiler, şahidler, her şeyin sahibinin Allah olduğunu idrak edenlerdir. Allahû Tealâ, “belâ” diyen bizlerden ise yemin istiyor. Ve bu üç yeminle Allah’a bağlanıyoruz. Üç emanetle yaratılan insanın ruhu Allah’a misak, fizik bedeni Allah’a ahd ve nefsi ise Allah’a yemin veriyor. Allahû Tealâ kendisine tebliğ edilen bu üç yemini, insanoğlunun yerine getirmesini istiyor. Yani hepimizin kesinlikle dünya hayatını yaşarken ruhunu Allah’a ulaştırmasını, fizik bedenini Allah’a kul etmesini ve nefsini de tezkiye etmesini istiyor. İşte “ilk zikir günü” denildiğinde “kalubelâ” gününü anlamamız gerekir.
En hayırlı dost, zikri bize hatırlatan ve zikrettiğimiz zaman bize yardım edendi. İşte Allahû Tealâ (şahidlere) hatırlatıyor ve diyor ki;

ARAF-172 “Ve iz ehaze rabbüke min beniy âdeme min zuhûrihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim, elestü birabbiküm, kaâlû belâ, şehidnâ, en tekuûlû yevmelkıyâmeti innâ künnâ an hâzâ gaâfiliyn” 
Hani Rabbin Ademoğullarının zahrından zürriyetini çıkarıp onları kendi nefislerine karşı şahid tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti de) Onlar da “Rabbimizsin” şahit olduk demişlerdi.

“Ey şahitler! Siz de şahit olun. Ben yarattığın insanın Rabbiyim, sahibiyim. Bütün insanlar huzurumuzda ruhunu Allah’a ulaştıracağına, nefsini tezkiye edeceğine, fizik cesedini Allah’a kul edeceğine dair söz verdi. Ve yeryüzü hayatına ulaştığınız zaman şahitler olun.”
Nübüvvetle görevli olan şahitlere de zikri hatırlatan Cebrail A.S’dır (ve Cebrail A.S. emr aleminde vazifelidir). Şahidler de bize bu dünyada zikri hatırlatıyorlar. “Yetlû aleyhüm âyâtihî” ile evvela dünya hayatını yaşarken ruhumuzun Allah’a ulaştırılması hatırlatılıyor. 
İşte Rad Suresi’nin 20, 21. âyet-i kerimelerinde;

“Elleziyne yûfûne bi’ahdillâhi ve lâ yenkudûnelmisâak, velleziyne yasılûne mâ emerallahü bihî en yûsale.” 
Onlar ki Allah ile olan ahdlerini ifa ederler ve misaklerini nakzetmezler, onlar Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği ruhu Allah’a vasıl ederler.

Pozitif kutupta Allahû Teâlâ, “Onlar ki ahd ve misaklerini yerine getirirler” diyor.
Negatif kutupta ise, “Onlar ki ahd ve yeminlerini nakzederler” buyuruyor. 
Al-i İmran 77’de Allahû Teâlâ;

“İnnelleziyne yeşterûne bi’ahdillahi ve eymânihim semenen kaliylen.”
Onlar ki ahdlerini ve yeminlerini az bir dünyalık karşılığında sattılar.

“Ulâike lâ halâka lehüm fiyl’âhireti ve lâ yükellimühümullahü ve lâ yanzuru ileyhim yevmelkıyâmeti ve lâ yüzekkiyhim ve lehüm azâbün eliym.”
Onun ahirette nasibi yoktur. Allah onunla konuşmaz. Allah kıyamet günü ona bakmaz. Allah onun nefsini tezkiye etmez. Onun için elîm bir azap vardır.

Demek ki, dünya malının peşine düşen, dünya sevgisine giren kişi ahdini ve yeminini dünyalık karşılığında satıyor. Allahû Teâlâ, bu konuya çok dikkat etmemizi istiyor. Çünkü, zikri hatırlamamız; yemin, misak ve ahdimizi yerine getirmemizin karşılığında bize Zat’ını veriyor.
Bir tarafta gaflet, diğer tarafta zikir; bir tarafta ahd ve misakin yerine getirilmesi, diğer tarafta ahd ve misakin nakzedilmesi. Bunları yan yana koyduğumuz zaman birisi negatif kutbu, diğeri ise pozitif kutbu teşkil etmektedir. Bu yüzden Allah’ın evliyası, “Kalbinizden dünya sevgisini söküp atmadıkça Allah ve Resûl’ünün sevgisi gelip yerleşmez!” diyor.
Bizim de dünya sevgisini kalbimizden söküp atabilmemiz için, Allah’ın bizler için irşad kademesinde vazifeli kıldığı mürşidin, her halükârda âyetlerle ahdi ve misaki bize hatırlatması lâzım.
İblis, bugün dünya üzerinde Allah’a teslim olmanın farz olduğunu insanlara unutturmuş. Bütün kutsal kitaplarda teslim ayetleri hâlâ mevcut olmasına rağmen uygulamadan kalkmış olan Allah’ın farz emrini insanlara hatırlatan Allah’ın Resûl’ü her devirde vardır.
Allahû Teâlâ vazifeli kıldığı hidayetçinin, misaki, ahdi ve yemini hatırlatmasını ister.
Allah ve Resûl’ünün sevgisini unutmak, insanların kuru kuruya ibadetlerle kurtuluşa ulaşmak istemesi demektir. Nitekim bu gün ibadet yapan insanlar, dünyayı talep etmektedirler. Yunus Suresi’nin 7. âyet-i kerimesinde:

YUNUS -7: İnnelleziyne lâ yercûne likaâenâ ve radû bilhayâtiddünyâ vatme’ennû bihâ velleziyne hüm an âyâtinâ gaâfilûn.
Onlar ki bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler, dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır, onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

Ya iblis ne istiyor? İnsanlar ibadet yapsınlar, bu ibadetin kendilerini kurtaracağını zannetsinler. Fakat hiç birisi bu ibadetlerle kurtuluşa ermesin ve kıyamet gününde kendisi ile birlikte hepsi cehenneme gitsinler.
İnsanların hiç birisinin kurtuluşa ermemesi, iblisin insanlara misaki, ahdi ve yemini unutturması demektir, insanların yeminlerini nakzetmesi demektir. İşte bir tarafta iblis bize zikri unutturuyor, diğer tarafta ise Allah’ın hidayetçisi zikri hatırlatıyor. Bir tarafta kalbimizde dünya sevgisi, diğer tarafta bunların yerine geçmesi gereken Allah sevgisi.Olayları bu istikamette incelediğimizde:

TÖVBE-24 “Kul in kâne âbâüküm ve ebnâüküm ve ihvânüküm ve ezvâcüküm ve aşiyretüküm ve emvâlünıktereftümûhâ ve ticâretün tahşevne kesâdehâ ve mesâkinü terdavnehâ ehabbe ileyküm minallahi ve resûlihî.” 
De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesintiye uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resulü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri (ölüm) gelinceye kadar bekleye durun.

Bu âyet-i kerimede hem dünya sevgisi hem de Allah Resûl’ünün sevgisi ifade edilmektedir. Allahû Teâlâ tercihi bize bırakıyor: Bir tarafta baba sevgisi, evlat sevgisi, eş sevgisi, kavmiyet sevgisi, ticaret sevgisi, mesken sevgisi, diğer tarafta ise Allah ve Resûl’ünün sevgisi bulunmakta ve O’nun uğrunda cihad etmek yer almaktadır.
Bu durumda tercihinizi yapacaksınız. Tercihiniz eğer Allah ve Resûl’ünü sevip, O’nun yolunda cihad etmek ise, o takdirde misak, ahd ve yemininizi yerine getirmeniz lâzım. Eğer tercihiniz bu değil ise, o zaman Allah’ın emri (ölüm) gelinceye kadar bekleyin.

İnsanlara sorar iseniz, hepsi Allah’ı çok sevdiklerini söylerler. İşte Allahû Teâlâ, “Beni ve Resûl’ümü seviyorum demeniz yeterli değil. Ben sizi imtihan edeceğim.” diyor. Ve bizleri Resûl’le imtihan ediyor.

MÜCADELE-22: Lâ tecidü kavmen yü’minûne billâhi velyevmil’âhıri yüvâddûne men hâddallahe ve resûlehü .
Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden evvel Allah’a ulaşmaya) îmân eden kavmi Allah’ a ve Resûl’üne karşı gelenlerle sevişir bulamazsın.

Yâni “Ben Allah’ı seviyorum” diyen bir insanın, Resûl’ünü sevmemesi mümkün değil. “Ben Resûl’ü seviyorum” diyen bir insanın da Allah’ı sevmemesi mümkün değil. Yukarıdaki âyet-i kerimede bu izah edilmektedir. İşte Allahû Teâlâ böylece insanları imtihandan geçiriyor. Baba bir imtihandır, evlat bir imtihandır, kardeş bir imtihandır, kavmiyet (aşiret) bir imtihandır...
Eğer tercihiniz Allah ve Resûl’ünden yana ise, o zaman babanızı, evladınızı aşmanız lâzım, kardeşi ve kavmiyeti geçmeniz lâzım. Nitekim, bugün bir çok kardeşimiz bu imtihanların içerisindedir. Bu yolda kimisi babası ile, kardeşleri ile, evlatları ile ve kavmi ile imtihan olmaktadır. Burada tercihinizi Allah ve Resûl’ünden yana yaptığınız zaman, bu sayılan yakınlardan Allah için vazgeçmeniz lâzımdır. İmtihanı bu standart içerisinde geçerseniz, kalbinize îmân yazılır ve başınızın üzerinde mürşidin ruhu ile desteklenirsiniz. 
İşte bu kişi, Allah ve Resûl’ünü seven bir insandır. Allah’ı zikretmeyi ancak bu kişi gerçekleştirebilir. Allahû Teâlâ da bu kişiye yardım edecek ve bu kişiyi sevecektir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ne buyurmuştu? “Dünyadan rağbetini kes ki, Allah seni sevsin.”
Görüyoruz ki, Allah ve Resûl’ünün sevgisi bir bedel karşılığında elde edilmektedir. Sevgi fedakârlıktır.
İşte Allahû Teâlâ’nın vazifeli hidayetçisi bizlere kesinlikle Allah’ı sevdiriyor Resûlullah’ı sevdiriyor. Allah ve Resûl’ünün sevgisini âyetlerle (bizim üzerimizde) gerçekleştiriyor. Bu sevginin şöyle tahakkuk etmesi lâzım:
Dünya hayatını kalpten söküp atmanın odak noktasında ilk 7 basamakta dünya hayatını yaşarken, ruhun Allah’a ulaşmasını dilemek vardır. Bunun tersi de söz konusu. Dünyayı da dileyebilirsiniz, o zaman da Allah’ı unutursunuz. Hani “bir koltuğa iki karpuz sığmaz” derler. Allah’ı hatırlayıp, dünya sevgisini unutmak veya dünya sevgisine yönelip, Allah’ı unutmak. Eğer siz gerçekten Allahû Teâlâ’yı istiyorsanız, Allah size dünyayı unutturur, ama siz dünyayı istiyorsanız bu sefer de şeytan size Allah’ı unutturur. Şeytan size dünyayı peşkeş çeker. Allahû Teâlâ Zat’ını zikirle size hedef gösteriyor. Eğer Allah’ın Zat’ını dilerseniz ilk 7 basamakta amenu olursunuz. Amenu olan kişiye Allahû Teâlâ, hacet namazını kıldığında hidayetçisini gösterir. Tâbî olduğu zaman da vasıta emirleri yerine getirerek, nefsimizi 7 kademede tezkiye eder; Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Raziye, Marziye, Tezkiye. Kalbimizdeki dünya sevgisini %51 azaltarak yerine %51 oranında Allah ve Resûl’ünün sevgisini yerleştirir.
Üst seviyede Allah’ın sevgisine mazhar olmak istiyorsak, dünya sevgisini kalbimizde sıfırlamamız gerekir. Bunun için de İhlas ve Salâh’a ulaşmalıyız ki, kalbimizdeki nur oranı yüzde yüz olsun.
İşte bu noktada kalbimizdeki mahlûkata olan sevgiyi de yüzde yüz oranında yansıtabiliriz.
Artık nefsin değil, ruhun hasletleriyle bezendiğimiz için, Sevgili Peygamberimiz (S.A.V)’in hadisi gerçekleşir.
Dünyadan rağbetini kes ki, Allah seni sevsin. Herkesin elinde olandan da rağbetini kes ki halk seni sevsin. 
İsteyen herkesin, bu hadisi yaşaması dileğiyle...

12

EĞER SİZ YALANDAN VE YAPTIĞINIZ İHANETTEN VAZGEÇMEZSENİZ, ALLAH’IN SABAHTAN AKŞAMA KADAR AÇ KALMANIZA İHTİYACI YOKTUR


İslâm’ın başlıca kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Kapalı olan âyetlerin açıklanması istikametinde Resûlullah’ın va’zettiği hadisler de bu konuda ikinci bir kaynağı oluşturmaktadır. Hadisler için Resûlullah şöyle söylemektedir: 
“Bir gün benim hadislerim tartışma konusu olacaktır. Tartışma konusu olduğu günlerde, Kur’ân-ı Kerim’e bakınız. Kur’ân-ı Kerim’e aykırı bir hadisim olamaz!”
Bu açıklamanın ışığı altında Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in bir hadis-i şerifini inceleyelim:
“Eğer siz yalandan ve yaptığınız ihanetten vazgeçmezseniz, Allah’ın sabahtan akşama kadar aç kalmanıza ihtiyacı yoktur.”
Bu hadis-i şerifin Kur’ân-ı Kerim’e tamamen uyduğunu, ilgili âyetlere baktığımızda görürüz. 
Allahû Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de oruçla alâkalı, üç âyet-i kerimede açıklamada bulunuyor:
Birinci âyet-i kerime Bakara Suresi’nin 183. âyet-i kerimesi:

2/ BAKARA-183: Yâ eyyühellezine amenü kütibe aleykümüssıyamü kema kütibe alellezine min kabliküm le’alleküm tettekun.
Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı (farz kılındığı) gibi, sizin üzerinizede (yazıldı) farz kılındı. Umulur ki; (böylece) takva sahibi olursunuz.

Bu âyet-i kerimede de ifade edildiği gibi oruç farzdır. Ve oruç bizi takvaya ulaştırmaktadır.
Allahû Teâlâ Bakara Suresi’nin 184. âyet-i kerimesinde de şöyle buyuruyor:

2/ BAKARA-184: Eyyâmen ma‘dûdâti. Femen kâne minküm marıdan ev alâ seferin fe ıddetün min eyyâmin uhar. Ve alellezine yutıkûnehü fidyetün ta’âmü miskin. Femen tetavva’a hayran fe hüve hayrun leh. Ve en tesumü hayrun leküm in küntüm ta’lemüne.
(Size farz kılınan bu oruç;) sayılı günlerdir. Sizden kim hasta, veya sefer üzere (yolculuk halinde) bulunursa, (tutamadığı) günler sayısınca diğer (başka günlerde tutar). (İhtiyarlıktan veya iyileşmesi umulmayan bir hastalıktan dolayı) ona (oruç tutmaya) güç yetiremeyenler bir yoksulu (sabah-akşam) doyuracak (kadar) bir fidye vermesi (gerekir). Bununla birlikte kim de; isteyerek (gönülden) bir hayır yaparda, (orucunu veya fidyeyi) artırırsa, işte bu kendisi için bir hayırdır. Eğer bilmiş olsaydınız oruç tutmak sizin içinde hayır olurdu.

Bu âyet-i kerimeden çıkaracağımız sonuç, Allahû Teâlâ’nın bu vasıta emri üzerimize kolaylaştırdığıdır. Hastalıklı halimizde oruç tutmayabiliriz, yolculukta oruç tutmayabiliriz. Ama, sağlığımıza kavuştuğumuz zaman, tutamadığımız günler sayısı kadar, kaza edebiliriz. İnsan yapısı birbirinden farklı olduğu için, bazıları dayanıksızdırlar, oruç tutamazlar. Allahû Teâlâ, oruç tutamayacak olan insanlara bir yoksulu doyuracak kadar fidye (parasal karşılık) verdiklerinde oruç tutmuş gibi olacaklarına dair bir kolaylık getirmiştir. 
Oruç, nefs tezkiyesine vasıta olduğu gibi; parasal harcamalar da nefs tezkiyesi için bir vasıtadır. Ama paranın insan hayatında vücuda getirdiği olumlu neticelerle, orucun neticeleri birbirinden farklıdır. Allahû Teâlâ bu mukayesede orucu tercih etmemizi emrediyor. Oruçla ilgili üçüncü âyet-i kerime ise yine Bakara Suresi’nin 185. âyet-i kerimesinde Allahû Teâlâ şöyle buyuruyor:

2/ BAKARA-185: Şehru ramadânellezi ünzile fihilkur’ânü, hüden linnâsi ve beyyinâtin minel hüdâ velfurkâni femen şehide minkümüşşehra felyasumhü. Ve men kâne merıdan ev alâ seferin fe’ıddetün min eyyâmin uhar. Yuridullahü bikümülyüsra ve lâyüridü bikümül’usra ve litükmilül’ıddete ve litükebbirûllahe alâ ma hedâküm ve le’alleküm teşkürun.
(Bu sayılı günler) Ramazan ayıdır ki; insanlar için bir hidayetçi (Allah’a ulaşma vesilesi) olan, Furkan olan (hakkı batıldan ayıreden) ve Hüdadan beyyine (ispat vasıtası olan açıklama) olan (açıkça anlatılıp açıklanan) Kur’an onun (bu ayın) içinde indirilmiştir. Artık içinizden her kim bu ay’a (yetişir de Ramazan ay’ını görüp) şahit olursa o zaman onu oruçlu geçirsin. Ve kim hasta veya sefer üzere (yolculuk halinde) ise (tutamadığı) günler sayısınca diğer günlerde tutar. Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidayete erdirecek şey üzerine Allah’ı tekbir etmeniz içindir. Umulur ki; (bütün bu kolaylıklara) şükr edersiniz.

Bu âyet-i kerimede verilen mesajla Bakara Suresi’nin 184. âyet-i kerimesindeki mesaj bir farkla aynıdır:

“Şehru ramadânellezi ünzile fihilkur’ânü”
Kur’ân-ı Kerim Ramazan ayında indirilmiştir.

Resulullah’ın ifadesiyle onbir ayın sultanı ve ümmetinin ayı olan ramazan ayında Kur’ân-ı Kerim indirilmiştir. Bu üç âyet-i kerimeden özetle;
1- Oruç, farzdır ve takvaya ulaştırır,
2- Oruç, nefs tezkiyesine vasıtadır,
3- Kur’ân-ı Kerim Ramazan ayında indirilmiştir, sonucuna ulaşabiliriz. 
Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlar için bir hidayettir ve âyetlerden oluşan ispat vasıtalarıdır. Kur’ân-ı Kerim, İslâm’ın temel kaynağı ise ve Kur’ân-ı Kerim Ramazan ayında indirilmişse, o zaman orucun İslâm’ı yaşamamızda çok önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. İslâm’ı yaşamamızda, nefs tezkiye ve tasfiyesinde en önemli yere sahip olan oruç ibadetini, her halükârda Allah’ın bize idrak ettirdiği biçimde yerine getirmeliyiz.
Oruç, namaz, zekat gibi Allah’ın vasıta emnirlerinden bir tanesidir. İslâm olabilmek için hedefe ulaşabilmek için bu emirleri yerine getiririz. Fakat herşeyden önce yola çıkmamıza bağlıdır. Eğer yola çıkmamışsak bu vasıta emirler bizi hedefimize (takvaya, teslime) ulaştırmaz.
Orucu yerine getirmenin birinci şartı, îmân sahibi olmaktır. Namazın yerine getirilmesinde ön şart îmânsa, zekâtın yerine getirilmesinde ön şart îmânsa, diğer bütün vasıta emirlerin yerine getirilmesinde îmân bir ön şart olarak karşımıza çıkıyorsa îmân sahibi olmayan insanların, vasıta emirleri yerine getirirken pozitif sonuçlara ulaşmaları mümkün değildir. Onların da bu ameller için Allah’tan mükâfat alabilmeleri; kendilerine derecat verilmesi, ancak îmân sahibi olmaları ile mümkündür.
O halde, eğer Allah orucu üzerimize farz kılmışsa ve eğer oruç, takvaya ulaşmanın ön şartı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de yer alıyorsa, her şeyden evvel bu emri yerine getirebilmek için, îmân sahibi olmamız lâzımdır. Kur’ân-ı Kerim’de, hadis-i şerifler de Allah’a dünya hayatında ulaşmayı dileyenlerin ancak îmân sahibi olabilecekleri anlatılmaktadır. Şöyle ki: Olaylar var, olayların üzerimizdeki tesiri var. Daha sonra olaylarla ilgili pozitif ya da negatif kararımız var. Bu karar pozitif olursa kişi, dünya hayatında Allah’a ulaşmayı diler. Allah da Rahim esması ile onları kendisine ulaştırmayı dilemenin bir işareti olarak aradaki hicab-ı mestureyi kaldırır. Kulaklarından vakrayı alır, kalplerindeki ekinneti kaldırır ve bu üç engeli Allah’ın kendilerinden kaldırdığı insanlar, âmenû olurlar. Âmenû olan kişi, Allah’a dünya hayatında ulaşmayı gerçekleştirmek için mutlaka bir vesile ve vasıta olan mürşide ulaşmak ister.
Yüce Rabbimiz; “Allah’a ulaşmayı dileyen kişi mutlaka mürşidi ister, buyuruyor.”
Mürşidi istediği zaman, Allah kalbine ulaşır. (Tegabün-11). Mürşidi talep edenin kalbini Allah kendisine çevirir (Kaf-33). Allah, mürşidi dileyen kişinin göğsünden kalbine giden rahmet yolunu açar (En’am-125). Mürşidi talep eden kişinin kalbine Allah nurunu gönderir (Zümer-22).Mürşidi talep eden kişinin kalbini huşuya ulaştırır (Hadid-16) ve huşu sahibi olan kişi hacet namazı ile mürşid istediğinde (Bakara-45) Allah ona mürşidini gösterir. Mürşide intisap ederek kalbine “îmân” yazılan kişi için Allah şu işareti veriyor: Yunus Suresi’nin 62, 63. âyet-i kerimesi:

10/ YUNUS-62: Elâ inne evliyâallâhi lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn. 
O Allah'ın evliyası varya onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.

10/ YUNUS-63: Elleziyne âmenû ve kânû yettekuûn.
Onlar âmenûdurler ve takva sahibi olmuşlardır.

O halde, takva sahibi olabilmek için îmân sahibi olmak lâzımdır. Takva nedir? Ruhunu dünya hayatında Allah’a ulaştıran kişi takva sahibidir (Rum 31). Fizik bedenini Allah’a kul eden kişi takva sahibidir (Bakara 21). Nefsini 7 kademede tezkiye eden kişi takva sahibidir (Necm 32).
İlk 14 basamakta kişinin kalbine “îmân” yazılıyor (Mücadele-22). Kişi mü’min oluyor ve mü’min olan bu insan, ruhunu Allah’a ulaştırmak için harekete geçiyor. Ruhunu Allah’a 7 gök seması yükselterek ulaştırmak ve nefsini 7 kademede tezkiye etmek için, Allahû Teâlâ vasıta emirleri yerine getirmemizi istiyor. 
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz “Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz!” buyurmuştur. Oruç, fizik bedenin sıhhati için önemli bir farz emirdir. Çünkü, genelde biz insanlar ihtiyacımızdan fazla yeriz. O fazlalıklar fizik bedende toksin olarak birikir, şişmanlık yapar. Bunlar da insanı, ibadette tembelliğe götürür.
Vasıta emirlerin yerine getirilmesinde dinç kalmak istiyorsak, ölçülü yememiz gerekir; yetmez, vücutta biriken fazlalıkları mutlaka eritmemiz lâzımdır. Onu eritebilecek vasıtalardan birisi oruçtur. Gün boyunca oruç tutan kişinin yemek ihtiyacı, daha evvel vücutta biriken toksinlerin ve yağların yakılması ile karşılanır. Görüyoruz ki, Allah’ın üzerimize farz kıldığı oruç, fizik bedenin sıhhati için önemli vasıta emirlerden sadece ve sadece birisidir. 
Fizik bedenin sıhhati için oruç nasıl gerekiyorsa, aynı oruç nefsimizin tezkiyesi için de bir vasıta olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, Allahû Teâlâ Nur Suresi’nin 21. âyet-i kerimesinde:

24/NUR-21: Yâ eyyühelleziyne âmenû lâ tettebi’û hutuvâtişşeytân, ve men yettebi’ hutuvâtişşeytâni feinnehü ye’mürü bilfahşâi velmünker ve lev lâ fadlullahi aleyküm ve rahmetühü mâ zekâ minküm min ehadin ebeden ve lâkinnallahe yüzekkiy men yeşâ’, vallahü semiy’un aliym.
Ey âmenû olanlar! Şeytanın adımlarına tâbî olmayın. Kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o muhakkak ki (nefsi ve şeytan tarafından) fuhuşla ve münkerle emredilmiştir. Eğer Allah'ın fazlı ve rahmeti üzerinize olmazsa (nefsinizin kalbine giremezse) içinizden hiçbiriniz ebediyyen nefsinizi tezkiye edemezsiniz. Ve lâkin Allah (nurlarını kalbine göndererek) dilediği kişinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah işitir ve bilir

Orucun bizleri şeytanın fuhşuyatından ve münkerinden menedebilmesi, mutlaka orucu zikirle ikame etmemize bağlıdır. Resulullah (S.A.V) Efendimiz:
“Oruç tutunuz, şeytanın vücuda giriş yollarını daraltınız!” demek suretiyle âyet-i kerimeye paralel olarak orucun nefs tezkiyesindeki önemini de vurgulamıştır. 
Şeytanın vücudumuza giriş yolu, Berzah âlemine ait olan nefsimizdir. Nefsimizin manevî kalbinin iki kapısı vardır. 
Fücur kapısı başlangıç noktasında bütün insanlarda açık, takva kapısı ise kapalıdır. Ancak zikirle takva kapısı açılır, fücur kapısı kapanır. O halde oruç, zikirle tutuluyorsa şeytanın vücuda giriş yolları daralmakta, yani fücur kapısı kapanıp Allah’ın rahmet kapısı açılmaktadır. Dolayısıyla oruç nefs tezkiye etmek için bir vasıta olmaktadır. 
Zikir yaptığımız süre içerisinde şeytanın fücur kapısı kapanmakta, takva kapısı açılmaktadır. Ve böylece biz zikirle Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Raziye, Marziye ve Tezkiye kademelerinde nefsimizi tezkiye ederiz. 7 kademede nefsini tezkiye eden bu kişinin ruhu 7 katlık gök semasında yükselerek Sırat-ı Müstakiym’in sonunda Allah’ın Zat’ına ulaşır. 
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz; “En kıymetli ibadet hangisidir?” sorusuna; “Az da olsa devamlı yapılanıdır.” demiştir. 
Ramazan ayları hepimizin üzerine farzdır ama, bu ibadetin devamlılığını sağlamak için Resulullah’ın sünneti olan her perşembe günü oruç tutmak lâzımdır. Ramazan aylarında oruçlu olmak ise, Allah’ın bir başka hikmetini ifade eder. Bunları birleştirdiğimiz zaman, orucun kesinlikle nefsin tezkiye ve tasfiyesinde en önemli bir vasıta olduğu anlaşılmaktadır. 
Oruç tutan insanları üç kategoriye ayırabiliriz. Birinci kategoriyi teşkil edenler Avam, ikinci kategoriyi teşkil edenler Havas, üçüncü kategoridekiler de Hassül Havas’tır.Avamın orucu, yemekten, içmekten kesilerek ve bir takım fizyolojik ihtiyaçlardan berî olarak tutulandır. Havasın orucu, bunlara beş duyu organını da dahil ederek tutulandır.Hass-ül havasın orucu ise, bütün bunlara kalbini ve zihnini de dahil edilerek tutulandır. 
Allah ile insan arasındaki ilişkiler 28 basamaktan oluşur. İlk 14 basamak içerisinde nefsini tezkiye etmeyen insan, oruç tuttuğu zaman, Allah’ın emri gereği imsak vaktinden akşama kadar yemekten, içmekten kesilir ve bir takım fizyolojik ihtiyaçları gidermekten berî olur. Böyle bir oruca, vücudun azaları dahil olmaz. Bu nedenle kişi dedikodu yapmakta ve Allah’ın yasak ettiği diğer fiilleri işlemektedir. Hatta sigara içenler, sigara içememenin verdiği stres ile etraflarındaki insanları kırıp geçirirler. Kazandıklarından daha çok kayıpları olur. 
Rabbimizin muradı olan oruç, ikinci kategoriyi teşkil edenlerde (havas), kişinin gözünün, kulaklarının, dilinin kısaca bütün azalarının dâhil olduğu bir oruçtur. Dili ile bir insanın oruç tutması; emr-i bi-l-mârufu söyleyip, nehy-i an-il-münkerden dilini menetmesidir. Kulakları ile oruç tutması; Allah’ın emrettiğini işiterek, dedikodulardan berî olması ile gerçekleşir. Bir insanın gözünün oruca dahil olması; gözleri ile Allah’ın emrettiğini okuması ama Allah’ın yasak ettiği fiillere de asla bakmaması demektir. İşte bu ancak, nefsini tezkiye edenlerin gerçekleştireceği bir haldir. 
Bu iki oruç mukayese edildiğinde, elbette ki azalarla birlikte tutulan orucun birinciden daha kıymetli olduğu görülür. İkinci çeşit orucu tutan insan, Allah’ın katından daha büyük dereceler alacak ve daha büyük mükâfatlara sahip olacaktır.
Üçüncü kategoriyi teşkil edenler: (Hassül havas) İhlas’a ulaşıp da nefsini tasfiye eden kişi olup üçüncü tip orucu tutmuş olur. Bu noktada kişi azalarına ilâveten düşüncesini ve kalbini de oruca dahil eder. Kalbi ile oruç tutması; artık zikirden bir daha vazgeçmemesi demektir. Düşüncesi ile oruç tutması; bir daha negatif bir düşüncenin sahibi olmaması demektir. 
İhlas’taki insan oruç tuttuğu zaman, hiç kimse hakkında negatif düşünce içerisinde bulunamaz; hiç kimse hakkında negatif talepte bulunamaz. Tamamıyla herkes için pozitif düşünce ve talebin sahibidir. Nitekim ihlas’taki bir insan, durumu gereği İhlas’ın 7 şartını yerine getirmektedir. Şartlardan bir tanesi düşüncelerden hesaba çekilmek, ikincisi talepsizliktir. 
Konumuz olan hadis-i şerifte Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz;
“Eğer siz hıyanetinizden ve yalanınızdan vazgeçmediyseniz, Allah’ın sabahtan akşama kadar aç kalmanıza ihtiyacı yoktur.”
demekle nefsteki yalan afetine de dikkat çekmektedir. Berzah âleminden olan nefsimizin yapısında 19 tane hastalık vardır: Cehalet, cimrilik, dedikodu, fitne ve fesad, haset, hırs, isyan, iptilâlar, kin ve adavet, kibir, küfür, mürayilik, nankörlük, öfke ve gayz, vefasızlık, sabırsızlık, yalan, zan ve zulüm. Bu 19 afetten bir tanesi de yalandır. Ve Allahû Teâlâ oruç tutmak suretiyle yalan afetinden kurtulmamızı istiyor.
21. basamakta nefsini tezkiye eden ve takvaya ulaşan bir insanın, kalbine ulaşan %51 oranındaki nur sebebi ile yalan söyleme afetinin direnci azalır, fakat tamamen yok olmaz. Kişinin yalandan tamamen kurtulabilmesi için, nefsini tasfiye etmesi lâzımdır. Takvaya ulaşan bu insan tuttuğu oruçlarla ve oruç süresince yaptığı zikirlerle Fena, Beka, Zühd, Teslim kademelerini geçer ve bu kademeleri aşarken, kalbindeki nur oranı %10 artar, fizik bedenini Allah’a teslim ettiği zaman kalbindeki nurun oranı %91’e ulaşır. Daimî zikre ulaştığı zaman, ulûl-elbab kademesinde kalbindeki nur oranı %100’e ulaşır ve çok kısa bir zaman içerisinde İhlas’a ulaşır. İşte o zaman nefsindeki yalan afeti yerine, Allahû Teâlâ ruhtaki doğruluk hasletini yerleştirerek o kişiyi doğruluk faziletinin sahibi kılar. Kişi, tamamen yaptığı hıyanetten berî olur, bir daha o kişinin yalan söylemesi söz konusu olmaz. O halde oruç, nefsi tasfiye etmenin de bir vasıtasıdır.
Görülüyor ki, en alt seviyeden en üst noktaya ulaşıp kâmil insan olabilmek için, vasıta ve farz emirlerden bir tanesi olan oruç, daimî olarak yerine getirilmelidir.

 
     
     
 
     
   

 


Bugün 10 ziyaretçi (30 klik) kişi burdaydı!
El Fatiha.

BISMILLAHIRRAHMANIRRAHIM. 1/FÂTİHA-1: Bismillâhir rahmânir rahîm. Rahmân ve rahîm olan Allah'ın ismi ile. 1/FÂTİHA-2: El hamdu lillâhi rabbil âlemîn (âlemîne). Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. 1/FÂTİHA-3: Er rahmânir rahîm(rahîmi). Rahmân’dır, Rahîm’dir. 1/FÂTİHA-4: Mâliki yevmid dîn(dîne). Dîn gününün mâlikidir. 1/FÂTİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu). (Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz. 1/FÂTİHA-6: İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme). (Bu istiane'n ile) bizi, SIRATI MUSTAKÎM'e hidayet et (ulaştır). 1/FÂTİHA-7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne). O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.
Allah Kabul Etsin.


Allah razi olsun.
Allaha Ulasmayi Dileyin
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol